Ne alaka?
Kuantum meselesi kafaları karıştırıp duruyor. Karıştırır... Karıştırır çünkü kuantum bizim bildiğimiz dünyayla ilgili değil. Bizim yasalar orada geçerli değil.
Kuantumu şöyle de düşünebiliriz; her şeyin bir zıttı yok mu evrende? Evren bu zıtlar sayesinde işlemiyor mu? Makro evren (bizim bildiğimiz evren) ile mikro evren (bilmediğimiz, atomaltı denen atomdan küçük parçacıkların dünyası) birbirinin zıttı oluyor, birlikte işlev görüyorlar. Bunu ayni fotoğraf filminin arabı (negatifi) ile fotoğrafın pozitifi gibi ayni materyalin iki zıt görünüşü olarak da düşünebiliriz.
Çok kabaca ve çok özetçe kuantumu tanımlamak gerekirse, (ki bu çok fuzuli bir laftır aslında gerekiyorsa o zaman gerekeni yap be kardeşim; gerekiyorsa, ne demek?) gerekir diye düşünüyorum, kuantumun en beylik örneklerinden birine bakalım.
Şöyle; fizikçiler bir levhaya yanyana (veya üst üste) iki yarık açıyorlar (çift yarık deneyi). Bu levhaya bir tanecik elektron fırlatıyorlar. Elektron tek bir yarıktan geçeceğine, ki bizim evrenimizde böyledir, iki delikten birden geçiyor! Aaaa, şaşıp kalıyoruz.
İki delikten birden geçtiğini nereden anlıyoruz; delikli levhanın arkasındaki başka bir levhanın üzerine düşen izdüşümlerinden. Yenilen pehlivan doymazmış. N'ayır, n'olamaz ! Olmadı baştan, bunu saymayız, diyoruz. Hatamız varsa düzeltiriz canım; biz yeniden deneyimimizi yapalım.
Bu kez elektronu daha bir yakından izlemeye karar veriyoruz. Ve izliyoruz. Bunu farkeden (!) köftehor elektron bu kez bizim evrenimizde alışageldiğimiz tarzda hareket ediyor ve tek bir yarıktan geçerek karşıdaki levhaya tek bir şekilde çarpıyor. Hah, şimdi oldu işte; her şey normal gidiyor. Demek elektron demin şaşırdı; bir hata yaptı; şimdi ise hatasını anladı, düzeltti. Ama bir an kuşkuya düşmüyor da değiliz. 'Yahu bu elektron yoksa bizim onu algılamak istediğimiz şekilde mi hareket ediyor? Bizimle dalgasını mı geçiyor?
Bu kez elektrona, 'Yok, hayır biz seni izlemiyoruz ' deyip kandırıyoruz. Ve bu beyaz yalanımız iş görüyor; safmış, aldanıyor. Ve evet, çaktırmadan gizlice seyrediyoruz. Hah, aha; işte elektronun ilk deneydeki gibi yine iki delikten birden geçerek örgüdesen (pattern) şeklinde dalga halinde bir sonraki levhaya izdüşümünü izliyoruz.
Yani dalgaya baktığımızda bir parçacık yani kütle yaratmış oluyoruz! Bir nevi tanrılaşıyoruz; yok'tan kütle var ediyoruz. Fizikçiler buna dalganın çökmesi diyorlar.
'Hiçlik Denizi' dediğimiz hiçlik ortamında kendi halinde, kendi cennetinde başı boş dalgacıklar dolaşıyor. Bu dalgalardan herhangi birine baktığımızda dalga hareketleniyor ve bir kabarcık oluşarak ortaya bir parçacık çıkıyor. İşte bence (fizikçi falan olmayan amatör bir meraklı gariban) o parçacık 'big bang' oluyor ve evreni yaratıyor.
Demek ki, dalgaya bakan bir kişi gerekiyor kütleyi, evreni ve hayatı yaratmak için. O da Tanrı mı?
O bakan kişi aslında kendimizden başkası değil. Şöyle oluyor bence; biz kendimiz o baktığımız dalganın bizatihi kendisiyiz. Hiçliğimizi nedense (!?) bir an fark ediveriyoruz. En büyük çözülmesi gereken giz de bu (bu farkediş acaba bir fıtrat mı?). Farkettiğimiz anda artık yasak meyveyi yemiş, dalgacıkken kütlecik oluyor, frekans ve alem değiştiriveriyoruz. Makro aleme, fenomenler diyarına, görünen evrene göçüveriyoruz.
Demek ki neymiş; kendi kendimizi yaratıyormuşuz. Bu da benden bir yaradılış felsefesi olsun (monadistik genesis!?).
Özümüzden kütle yarattıktan sonra ego, beden, ten denen kabuklarla sıkı sıkı örtüyoruz. Bunlar zırh gibi kalkan gibi bir şey; özümüzü kendi kendimizden bile korumak için. Zaten bu evreden sonra özümüzü yani kendi öz benliğimizi unutuyor ve kendilik hissimizi; kişiliğimizi kabuğumuz sanıyoruz (identify oneself as...).
Dalgacıktan kütleciğe geçerken kendi yazdığımız tiyatroyu kabuklular, masklılar olarak oynamaya koyuluyoruz. Ne yazık ki, dramımız da işte burada başlıyor ve bu tiyatroyu kendimizin yazdığını unutmuş olarak oynamayı sürdürüyoruz. Sonunda ömrü hayatımız bittiğinde kimimiz kendisini kabuk sandığı için kabuk olarak ölüyor, kimimiz özünü hatırlıyor ve özüne dönerek ölüyor.
Dolayısıyla şöyle de diyebilir miyiz; bu evreni, bu frekansı, makro ve de mikro evreni biz yarattık; böylece kendimize bir evcik yapmış olduk; içerisine girdik yaşayıp gidiyoruz.
Bakın, yıllar önce açtığım bir serginin davetiyesinin bir yerinde ne yazmışım: '...sonuçta kendi yarattığımız dünyayı keşfe çıkarız; hem en büyük yaratıcı hem en büyük budalayız; yazgımızı yazar, yazgımıza yanarız...'
Kısaca, atomaltı yani kuantum dünyasında herhangi bir olayı kendi kafamızdaki evren modelini örnek alarak gözlemlediğimizde, kuantlar (atomaltı parçacıklar) kafamızdaki modele uygun davranış gösteriyorlar. Bu da bize bu manifestler (görünen, algıladığımız dünya) dünyasının bir kandırmacadan, ilüzyondan başka bir şey olmadığını gösteriyor olmaz mı; 'hayatçılık oyunu' oynuyoruz.
Kuantum dünyasında gözlemlediğimiz bir olayı istemesek de değiştirdiğimiz için bu noktadan hareketle bir takım gurular ortaya çıkıyor ve 'pozitif düşünce, çekim yasası' gibi kimi düşünceleri kuantum mekaniğine bağlıyorlar. Saçma. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi makro dünya ile mikro dünya tamamen birbirinin zıttı.
Çekim Yasası başka bir şey: Kendi düşüncemizi bir radyo dalgası olarak düşünelim. Bu dalga evrene yayılacak ve kendi frekansında bir alıcı (reseptör) arayacak. Bulduğu zaman şak diye birleşecekler. Kutsal kitaplarda da yazar; 'benzer şeyler, olaylar birbirlerini çekerler'.
Ben buna 'google yasası' diyorum. Başka bir yazımda ayrıca değinebilirim.
Ancak şunu ilave edeyim; zihnimize belli bir paradigmayı kabul ettirip benimsetirsek zihnimiz kendisine çizilen bu rota içerisinde olanaklar arayacak ve çekim yasası çerçevesinde de bu olanakları bulup bize sunacak yahut yaşatacaktır. Yani pozitif düşünce ile çekim yasası ayni şey değildir.
Pozitif düşünce nedir ki? Birisine pozitif görünen bir şey başka biri için gayetle de negatif olabilir. Rölatif.
Peki Postmodern (bazıları gelişmiş modernizm de diyebiliyor; çünkü içerisinde modern öğeler de barındırıyor) sanata lafı nasıl getireceğim şimdi? Biraz karışık ama deneyeceğim.
Değil mi ki elektronları, dolayısıyla kendi kendimizi kandırarak yaratıcılık oynuyoruz; diğer bir ifadeyle elektronlarla interaktif (karşılılklı etkileşim) bir ilişki içerisindeyiz; o zaman sanat eserleri, üreticileri ile izleyicileri arasında da bir etkileşimden söz edebiliriz herhalde. Tezimiz bu olsun.
Burada plastik sanatları ele alacağım. Müziği de bu kapsamda düşünebiliriz.
Resim sanatı tarihine baktığımızda, klasik, empresyonist, ekspresyonist, fovist, sürrealist, kübik, realist, hiperrealist, nonfigüratif... vs vs. çok pek çok ekollerle karşılaşıyoruz. Her bir ekolün belli bir dünya görüşü, iç ve dış dünyayı yorumlama biçimi, renk, biçim, kompozisyon anlayışları var. Bu akımların birbirlerinden ayrılan kesin çizgileri olmadığı gibi hangi tarihlerde başlayıp bittiğini de kesinlikle söyleyemiyoruz. Hatta yirminci yüzyılda aynı anda birkaç akımın birden devam edebildiğini bile görüyoruz. Ve bir kısım sanatçılar birden fazla akım içerisinde eserler de vermişlerdir, biliyoruz.
Bütün bu akımları 'geleneksel' terimi altında toplamak da mümkündür.
Modern sanatı empresyonizmden itibaren alırsak içerisinde bulunduğumuz devreye postmodern diyebiliriz. Postmodern sanat; gelenekselliğe, ekollere, akımlara reaksiyon olarak ortaya çıkmış oluyor.Bir anlamda her sanatçı kendi kafasına göre takılıyor.
Çağdaş Sanat ya da Güncel Sanat (contemporary art) dediğimiz devrin içerisinde postmodern sanat da bir nevi alt akım olarak gözükse de Çağdaş denen sanat tüm modernizmi inkar ettiğinden postmodernizmi de inkar etmiş oluyor.
Aslında burada bir çelişki var. Çünkü kelime anlamıyla modern şimdiki zamanlar demek. Bu da postmoderni modern yapıyor! Ancak olaya ekol penceresinden baktığımızda modern sanatın bir ekoller zinciri olduğunu, postmodernizmin ise Çağdaş Sanat kavramı gibi ekoller dışı olduğunu ve caz müziği gibi ucu açık bir yol olduğunu anlıyoruz.
Aslında bence Çağdaş Sanat fazladan üretilmiş bir kavram; postmodernizmi ekoller dışı bir kavram olarak ele aldığımızda Çağdaş Sanat kavramının içi boşalmış oluyor
Çağdaş Sanatın birçok tanımı var. Hatta bu konuda kavram karmaşası mevcut ve en baba uzmanlar arasında da görüş ayrılıkları süregelmekte.
Çağdaş Sanat şu anda konumuz değil. Ama şunu belirteyim; Çağdaş Sanattan, hem Geç Kapitalizmin etkisiyle pazarları tüm dünyaya yaymak amacıyla küreselleşme sloganı altında yürütülen beyin yıkama operasyonlarına malzeme olan reklamist ve propagandist zorlama sanatı, hem de buna reaksiyon olarak ortaya çıkan eleştirel ve satirik bir sanat anlayışını anlıyorum.
Sanat sanata karşı!...
Bu gidişle belki de sanat denen olay da ömrünü bitirmiş ve tarih sahnesinden çekilmiş olacak!
Biz elektronlara ve postmodern sanata geri dönelim şimdi.
Ne demiştik; atomaltı parçacıklarını yani dalgaları gözlemlediğimizde maddeyi yaratmış oluyorduk. Niçin başka bir şey değil de kütle yaratıyoruz? Çünkü zaman, mekan, determinizm (sebep-neticenin zorunlu birlikteliği) üçlü dünyası içerisinde yaşadığımız için kütlesiz (hacim ya da mekansız) bir varlık düşünemiyoruz. Düşünebilseydik o düşündüğümüz şeyi yaratacaktık. Ne yapalım ufkumuz dar; kafamız ancak elle tutulur cisimlere işliyor.
Demek ki sadece elimizdeki kısıtlı olanaklar çerçevesinde yaratıcı olabiliyoruz. Zaten yukarıda sözünü ettiğim Hiçlik Denizi yani hiçlik kavramı bize göre bir hiçlik. Yani biz mekan ve zaman olmayan ortamlara 'hiçlik' diyoruz. Bize göre hiç olan bir şey başka zihinlere (evrenlere) göre pekala hiç olmayabilir.
Sonuçta, dalgacık ve elektronlarla interaktif, karşılıklı etkileşime giriyoruz. Bundan yeni şeyler yaratılmış oluyor.
Postmodern sanatta da her sanatçı herhangi bir akıma bağlı olmaksızın kendi kafasına yahut kendi kafa kapasitesine, ufkunun genişliğine göre takıldığı için mecburen eserini izleyenle interaktif bir etkileşime giriyor. Eseri dalgacık, izleyeni de gözlemcisi olarak kabul ettiğimizde, izleyici dalgacıktan kendine göre bir kütle, varlık,eser yaratmış oluyor. Diğer bir ifadeyle eseri yaratan izleyicinin ta kendisi oluyor!
Vakta ki sanatçı eserinin anlaşılamayacağı endişesiyle (belki kendisi de yaptığından pek bir şey anlamadığı için) eserini ve hele ki hem de yazılı olarak izaha kalkmak gibi bir yanlışa düştüğünde; elektronun, kendisini izleyen birisi bulunmaması nedeniyle dalgacık konumunda kalmaya devam etmesi gibi bir sonuç ortaya çıkıyor ve izleyicinin yaratıcılığı sakat kalıyor. Dolayısıyla herhangi bir eser yaratılmış olmuyor.
Sanatçı bu hataya düşmediği takdirde her bir izleyici ayrı bir sanat eseri ortaya çıkartmış oluyor. Sergi salonunda kimseler bulunmadığı mesela gece vakti galeri kapalıyken tablolar dalgacık konumunda kalıyor. Yani oradalar evet tamam ama eser olarak yoklar. Kendilerini izleyecek olanların kendilerini sanat eserleri olarak var etmelerini (varoluşu) bekliyorlar. Onlar o konumda hem hiçbir hem de (potansiyel olarak) herbirşeydirler. Biraz Schrödinger'in Kedisi olayına benzemiyor mu bu hal?
Postmodern sanatta belki de en doğru iş esere isim bile koymamak olabilir mi?
Algıladığımız ve içerisinde yaşadığımız dünya, atomaltı parçacıkların zihnimizde bir araya gelerek organize olmaları sonunda dış dünya olarak bize görünen holografik, hayali bir dünyadan başka bir şey değil mi?
Sergi salonundaki tablolar zihnimize yansıyan holografik evrenler mi? Bir hiç iken böylelikle mi anlam kazanıyorlar?
Hayali realiteler (alın size oksimoron bir örnek şimdi!).
Hem yarattığımız kendimizin, hem de yarattığımız dünyaların hayali realiteleri... Mi?
Vallaa işte ne bileyim?.......
monad balkan 8 ekim 2015 bodrum