MUHSİN KUT
(resim sergisi; 14 nisan-10 mayıs 2016)
Mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıkları o akşam normal düzeylerdeydi. Ara sıra serpiştiren yağmur bir geç öğleden sonrası konyağı tadındaydı. ARDA Sanat Galerisindeyiz (www.ardasanatgalerisi.com).
Doğduğumdan beri arkadaşım pardon artık kardeşten de belki yakın olan Muhsin Kut'un resim sergisindeyiz. Öyle, çünkü Muhsin'le yakınlığımız taa üç nesil öncesiyle başlıyor. Dedelerimiz tanışıyor. Babalarımız Tıbbiyeden ayni sınıftan arkadaşlar. Annelerimiz mahallenin (Bakırköy) şen şakrak kızları (Esma, Nedret, Rafet, Müeyyet, Mahide, Hükeyme...). Nineler (cicianne, anane) dünya ahret kardeşi. İşte böyle bir şey.
Benden dört sene kadar önce doğmuş. Ama ona yetişmek üzereyim. Onu hep suluboya resim yaparken görürdüm. Küçücük çocuktu.Evlerine giderken ben de yanımda suluboya takımımı götürürdüm.
Babası o iki yaşında kadarken talihsiz bir şekilde ince hastalıktan vefat etmiş. Aile bu nedenle onun üzerine titriyordu. Sokağa terler üşür diye pek çıkarmazlar; biraz koşma imkanı yakalasa annesi dehşet içerisinde sırtındaki tere bakar çığlık atardı. Biz sokaklarda koşturup oynarken Muhsin pencereden seyreder resim yapardı bir yandan. Kendisini herhalde böyle ifade ediyordu.
Evleri bizimkinden yüz metre kadar ileride tam denizin üzerindeydi. Kocaman bahçeleri vardı. Düğünü de büyüyünce bu bahçede oldu. Ev denizin hemen kenarında olduğu için iyi bir de denizci olarak yetişti. El marifetleri çoktu. Küçükken tahtaları oyar tekneler yapardı; büyüyünce bezden tekneler yapmaya başladı.
İlk yaptığı tekneyi denize indirme töreni düzenlenmesi gerekiyordu. Adet olduğu üzere şampanya şişesi tekneye vurularak kırılır ve tekne alkışlar arasında denize ilk indirilişini yaşar. Bizde o zaman şampanya ne gezer. Onun yerine gazoz aldık ama bezden teknenin üzerinde kırılamayacağı için yakındaki bir kayaya çarparak 'yaşa varol!' nidaları arasında tekneyi denize bıraktık.
Bir keresinde yaptığı bez tekneyle açıldık. Yelken de fora. Ataköy plajına tam bodoslama girecekken teknemiz daha fazla bu işkenceye dayanamadı ve battı. Sahile yüzerken boğulmaktan değil kahkahadan ölecektik. Propagandanın iyisi kötüsü olmaz. Bir anda prestijimiz acayip tavan yaptı.
''Muhsin'e alaylı bir şekilde, ' ne biçim tekne yaptın; bak battık gittik işte!' dedim. Güldü, 'adını Titanic' olarak üzerine yazdım ya onun için oldu' dedi. 'Yav' dedim, 'sen batacağını bildiğin için 'Titanic'i seçtin'. Baktım gülmesini görmeyeyim diye başını öte tarafa çevirdi''
Bakırköy acayip bir yerdir. Neden? Vallahi tam bilemiyorum. Ama tuhaf fantezilere sokardı hepimizi. Ben bizim apartmanın bodrumunda perde kurar, kostümler hazırlar ve mahalle çocuklarıyla kızlı erkekli tiyatrolar oynardık. Hem yazar hem oynardık. Duhuliye (giriş ücreti) camdan paraydı. Nedense sokaklarda istediğimiz zaman rengarenk küçük cam parçaları bulabilirdik o zamanlar. Neden acaba?
İkinci katta oturuyorduk. Pencereye beyaz perde germiştim. İçeriden ışıkları yakıp mahalleden gelen geçene karagöz oynatırdım. Bayağı kalabalık birikirdi. Bu işin uzmanı Hayali Küçük Ali'nin karagöz kitapları vardı.Oradan diyaloglar seçer onun radyodan dinlediğim sesini taklit ederek okurdum. Türk, rum, musevi, ermeni etnik kökenli bir topluluktuk. İç içe geçmiştik. Ayrılık gayrılık hatırımıza gelmezdi. Duvarcı ustası Aleko'nın oğlu Niko bana kelebek tutup getirirdi. Sonra azad ederdik. Her seferinde Niko'ya kelebek tutması için yalvarırdım. Bir başka usta Hristo amca bana kızı Mimiça'yı (o zamanlar dört beş yaşlarındaydık) tanıştıracaktı. Yetmiş kadar sene geçti; Mimiça'yı hala bekliyorum.
Sokaklarda senaryosunu ayak üstü gevelediğimiz mizansenler uydurur 'dakomencilik' oynardık. Yani sözde elimizde silah varmış da birbirimizi esir almak, ölmüş gibi yere devrilmek... Dakomen 'esir ol' komutuydu. Fantezi genişti. Sinemacılar keşke bize danışsalardı senaryolarını yazarken. Gişe hasılatı tavan yapardı.
Kozmopolit ama gene de kapalı bir toplumduk Bakırköy'de. İstanbul uzak bir yerdi. Kara trenle Sirkeci'ye kadar gidilirdi. Yaklaşık kırk küsur dakika. Nüfus yirmibin var mıydı, o kadar bile değil. Şimdi ise kalabalıktan sokakta yürünmüyor. Dört milyon olmuş!
Kapalı bir ilçe olarak hemen herkes birbirini tanırdı. Uzak diyarların, masal diyarlarının hayalinin bir kaynağı da bu olsa gerek. Zuhurtbaba'dan bakınca Yeşilköy havalanına afacan çocuklar gibi inip kalkan uçakları izlerdik. Bu uçaklar bilmediğimiz diyarlara gidip gelirlerdi. Denizde yine bilinmedik dünyalara giden gelin gibi süslü püslü yolcu gemilerini görürdük. Hüzünlü hayallere dalardık.
Arkadaşımız Aziz (kendisini sevgiyle anıyorum) ile iki arkadaşı tekneyle denize açılmışlar bir daha da geri dönmemişlerdi. Ne cesetleri ne de tekneleri bir daha hiç bulunamamıştı. Tam bir Bermuda üçgeni olayı yani. Bakırköylülerin fantezileri derhal işlemeye çeşitli senaryolar üretmeye başlamıştı. Yok efendim onlar zaten bir şilep kaptanıyla anlaşmışlar, açıkta tekneleriyle birlikte gemiye alınmış ve uzak ülkelere gitmişlerdi. Efendim yıllar sonra Stockholm sokaklarında görülmüşlerdi... Falan filan... Daha neler, neler.
Yalçın'la denize gitmiştik. İskeleden atlamıştı Yalçın. Gözden kaybolmuş yarım saat sonra su yüzüne çıkmıştı. Telaş içerisinde kalmıştım. Suya dalınca bir mağaraya girmiş. Mağarada yaşayan adamlarla karşılaşmış. Mağarada çok büyük bir hazine saklıymış; gözleriyle görmüş...
Gittiğim bir kafede (daha bir büyümüş zamanlarımdı) lavaboya gitmek üzere masadan ayrılan bir kız arkadaşım uzun bir süre geçtikten sonra nihayet çıkagelmişti. Birtakım koridorlardan geçtiğini, kendisini bir bambaşka ortam içerisinde bulduğunu, bir başka insanlarla karşılaştığını falan anlatmıştı. Alis Harikalar Diyarında gibi hikayeler...
Bakırköy işte böyle bir yerdi. Halkevi, Bakırköy Spor Kulübü ki burada da temsiller oynanır, basket, voleybol, boks maçları yapılırdı. Kulübün efsanevi başkanı Özer ağabey.. Fiziki görünümü ve duruşunun sporla uzaktan yakından hiç ilgisi yoktu ama çok iyi bir idareciydi.
Yazları Kartaltepe muhitine Rıfat Telgezer cambazhanesi gelirdi. Çoğu gecelerimiz orada geçerdi. Muhsin'le çok gitmişliğimiz vardı. Telde gezen cambazlar, tuluat, dansözler, ses sanatçıları... Fellini'nin sirklerinin bir minyatürü gibiydi cambazhane. . Zeki Müren dahi geliyordu. Ünlü İsmail Dümbüllü tiyatrosu da sık sık bu cambazhanede tuluat yapardı. Arkadaşımız Ferruh, Dümbüllü'nün hareketlerini ve sesini taklit ederek sokaklarda gezinirdi. Aile ve bekarların oturacakları yerler ayrı ayrıydı. Ünlü dansöz Özcan Tekgül'ü de seyrettik. Dansözlerden bir Ayla vardı. Uzun boylu, beyaz, balık etinde teleme peyniri gibi bir dilberdi. 'Gayet kurnaz ol, oyna bin bir rol, sevda maçında Ayla atar gol. Goooolll!' diye şarkısını bitirdiğinde bir bacağını topa vole vurur gibi havaya fırlatır bekarlar tarafından 'ah' avazeleri arşı alaya çıkar idi.
Çok film artisti, tiyatrocu, sporcu, ressam, müzisyen, bilge insanlar çıktı Bakırköy'den... Göksel Arsoy, Belgin Doruk, Kenan Pars, Tarık Akan, Cem Karaca, Toto Karaca, Ahmet Mekin, Sırrı Gültekin, Münir Özkul, Üstün Asutay, Eleni Halkusi, Kenan Büke, Mine Arasan (ressam arkadaşımız)... vs... vs
İşte Muhsin Kut da böyle bir ortamda ortaya çıktı. Sanatçımız Bakırköy'le özdeşleştiği için Bakırköy'ün o esrarlı havasını vermeye çalışmam lazım diye düşünüyorum.
Enişte Baba’nın evin bitişiğinde bir müştemilatı vardı; çalışmalarını orada yapardı. Sanırım el becerileri Muhsin'e dedesi Enişte Babadan geçmiştir. Bütün Bakırköy ona Enişte Baba derdi. Niçin hiç bilemedim; ta ki Bakırköylü Turgay Tuna'nın, 'bir zamanlar Bakırköy' kitabını okuyana kadar. Geçmişimizi kitaplardan öğreniyoruz. Çünkü büyüklerimiz bize bir şey anlatmazlardı. Aralarında da konuştuklarını pek bilmeyiz. Hemen hemen hepimiz değişik bir yerlerden, toplumlardan gelmişiz. Bunun kökeninde acılar var tabii; kaç, göç, etnik temizlik, mültecilik, toprak kayıpları, Balkan harbi, zulüm, mübadele vs... Büyüklerimiz bizi diğer halklara düşman olarak yetiştirmek istemiyorlardı tahmin ediyorum. Artık hep barış ve huzur olsun; biz çocukların da öyle bir ortamda yaşaması. Görmüş geçirmiş bilge insanlardı. Ne var ki insan soyu dünya durdukça huzura teşne olmayacak. İnsanın insanlaşması için önce hayvanlaşması lazım. Ah o sevgiden başka bir şey düşünmeyen ve istemeyen hayvanlar...
Kitapta bir bölüm Muhsin'in ailesine ayrılmış. Orada Enişte Babayı daha yakından tanıyoruz. Enişte Baba bir Osmanlı paşası oğlu. Uzun zaman, o vakitler Osmanlı toprağı olan Libya'da kalıyorlar sonra İstanbul'a dönülüyor. Paşa babanın vefatı üzerine Enişte Baba Bakırköy'e yerleşiyor ve köyün en güzel kızı Çerkez asıllı Münevver hanımla (Muhsin'in anneannesi) evleniyor. Böylece köyün eniştesi oluveriyor. Münevver hanım hayatı boyunca kocasının arkasında ve yanında durdu. Büyük destek sağladı. Aynı destek ve duruşu Muhsin'in eşi Semra Kut'da da görüyoruz. Kendini kocasına ve ailesine tümden vakfetme hali.
Babalık tabiri sanırsam Enişte Babanın babalık hal ve tavrından ve dine olan olağanüstü düşkünlüğün ve saygınlığından ileri geliyor. Son derece muhafazakar bir aile olmalarına karşın Enişte Baba (Halit Hakkı Bakır) bir ressamdı! Ayni torunu Muhsin Kut gibi küçük yaştan beri suluboya resim yaparmış. Ve en önemlisi de Türkiye'de ilk çok renkli klişe yapan kişi olması.
Benim hatıralarımda kalan onun mulajlarıydı. Küçücük çocuktum; atölyesinin koridorlarında yalnız başıma gezinirken duvarlarda asılı camekanlar içerisinde insan kulağı, eli, burnu vs gibi canlı organları görür dehşet ve ilgiyle dolup taşardım. Meğer bunlar mulajmış. Bilmeyenler olabilir; mulaj, bir şeyin özellikle balmumuyla (alçı da olabilir) kalıbını çıkarma işlemi oluyor. Enişte Baba bu işte öyle ustaydı ki eserleri asıllarından sanki daha da hakikiydi. Hiperrealizm! Bir nevi teknik ressamlık ve grafikerlik işlerini de fiilen yapmış. Ziya Gökalp'ın, 157 yaşında ölen Zaro Ağa’nın maskını hep o yapmış. Zaro Ağanın başı halen Muhsin'in koleksiyonunda bulunuyor, deniyor kitapta. Muhsin de bahsetmişti bana, öyle anımsıyorum. Enişte Baba, Sıhhıye Müzesi mulaj mütehassısı olarak bulunmuş ve renkli klişeler de yapıyormuş. Aldığı takdirnameler , ödüller var. Yaşam bir tekrardan ibarettir; Muhsin de çeşitli ödüller aldı.
Evleri entelektüel bir kulüp gibiymiş; biz doğmadan önce Cenap Şahabettin, ünlü ressam Hoca Ali Rıza, Ebuzziya Tevfik, Necip Fazıl Kısakürek... Sanat ve edebiyat sohbetleri...Hepsi kitapta...
Enişte Babaların evinde Nazmiye ve Mukaddes ablalar vardı. Çok küçük yaşta evlatlık olarak kabulle çok iyi ve sıkı terbiye altında büyütülmüşler, evlendirilmişlerdi. Çok saygın iki ablamızdı. Küçüktük; Mukaddes abla Muhsin'le ikimizi evlerinin yanındaki gazinonun altında denizin içerisinde dizlerimize kadar ancak gelen suda elinde tas başımızdan aşağı sular dökerek banyo yaptırmıştı. Bugün gibi hatırlıyorum. Sarman, Pamuk ve Tekir adındaki ev kedileri bütün kış kömür sobasının yanı başında sıcacık sıcacık uyuklarlardı.
Enişte Baba gibi benim cicianneme de bütün Bakırköy 'gelin yenge' derdi. Ciciannem, Ağababamın eşi benim anne değerinde sevdiğim bir eski İstanbul kadınıydı. Dedelerimi hiç görmedim. Biri Yemen'de şehit olmuş, diğeri ben bir yaşındayken genç denecek yaşta vefat etmişti. Dolayısıyla ben annemin dayısı Ağababamlarda Bakırköy'de belli bir yaşa kadar kaldım. Annemler Ankara'ya gitmişler, ben sözde geçici olarak İstanbul'da kalmıştım. Ama ciciannemden ayrılmayı hiç göze alamamıştım. Çok seviyordum. Neden sonra Ankara'ya göç ettim. Dolayısıyla Ağababa dede; cicianne de anne, yahut anneanne oluyordu benim için. Onlar da çok dini bütün insanlardı. Üstüme olağanüstü titrerlerdi. Her gece ben yatırılırken başımda dualar okunur, dualar ezberletilir, beş vakit namaz hiç kaçırmazlar, çifter çifter koçlar bayramlarda kesilirdi. .. Gel gelelim Ağababam her akşam rakısını içerdi. 'Şarap haram, rakıdan bahis yok', derdi!...
Muhsin'in teyzesi Rafet teyzelerle bir akşam sinemaya gidilmiş, kalabalık içerisinde arkalarda kalan cicianneme 'gelinyenge, gelinyenge koşun, burada yer buldum!' diye Rafet teyze seslenmiş; kimse dönüp bakmamış bu gelin yenge de kim, diye. Çünkü gelini deli anlamışlar. E orası Bakırköy... Yadırganacak bir şey yok!...
Muhsin Kut, Bakırköy'ün tüm lezzetleri içerisinde işte böyle büyüdü. Adeta steril büyük bir cam kavanozda yetiştirilerek ergenlik yaşına ulaştı. İçerisinde biriken yılların enerjisini birden spora döktü. Gülle, disk atma, maraton koşuları, maraton yüzücülüğü.... Derken yürüyüş müsabakasında ilk bir Türkiye rekoru.
Ankara'ya geldiğinde bizde kalırdı. Benim de onlarda kaldığım çok olmuştu. İlk kez alkolü Muhsin'e ben içirdim. Ankara'da Sakarya caddesinde Missuri meyhanesi vardı. Zemini topraktı. En ucuz şaraplar orada bulunurdu. Çubuk, Ayla... şarapları. O gün Muhsin'le birer kanyak söyledik; yanına da fasulye pilakisi! İyi mi? Yıl ellilerin sonlarına doğru...
İlklerin adamı Muhsin'in bir 'ilk'i de belki Türkiye'de ilk kez bir sokak sergisini açması olayıydı. Taksim meydanında açmıştı. Kendisinin de ilk sergisiydi. Resimlerini, fikir ve eleştirilerini almak için gösterdiği devrin üstatları ille de Akademiye gitmesini öğütlüyorlardı. Muhsin çok kızıyordu. İnatla direndi ama sonunda teslim oldu ve Akademiden de mezun oldu.
Nonfigüratif çalışmakla ressamlığa soyunmuştu başta. Figüratif resmin modası geçti diyordu. Yaşamının dönüm noktası Kemal Künmat'ı tanımasıyla oldu. Bakırköy sokaklarında Muhsin'le geceleri ıslak sokaklarda yağmur sonrası bazen de yağmurda saatlerce yürür hatta ta Yeşilköy'e kadar gider gelir felsefi, sanatsal sohbetler ederdik. Muhsin kişilik olarak beni Gauguin'e, kendisini de Van Gogh'a benzetirdi. O sohbet yürüyüşleri sırasında zaman zaman eski ahşap bir konağın panjurları arasından son derece ilginç görünümlü beyaz gürce saçlı düzgün fizikli elinde bıçakla Pardayyanlar yahut Skaramuş misali kılıç sallar gibi resim yapan bir adam görürdük. Sonunda dayanamadık gittik kapısını çaldık, 'biz sizi tanımak istiyoruz', dedik. Çok kibar beyefendi ve bilge bir kişiydi. Bizi içeri davet etti, çay ikram etti. Gel zaman git zaman Muhsin'i nonfigüratiften figüratif resme ikna etti, geçirdi. Akademi yılları da ondan sonra başladı.
Kemal Künmat aslında heykeltraştı. Bahçesinde heykelleri de vardı. Bir ara Bakırköy hastanesinde yatmış. O sırada hastane bahçesine Rodin'in ünlü 'düşünen adam' heykelinin kopyesini yapmış. Ne var ki kendisine vaad edilen para verilmeyince heykelin kol kısmını bitirmeden bırakmış. Yıllar sonra o kolu bir başka hasta yapmış ve heykel böylece tamamlanmış; törenle açılmış.
Kemal Künmat, dediğim gibi Muhsin'in yaşamında yeni bir sayfa açtı; şimdi genç sayılabilecek bir yaşta vefat edene kadar dostlukları devam etti. Onun anısına Muhsin oğlunun ismini Kemal koydu.
Lise çağlarında mimariye olan yeteneği dolayısıyla Amerika'ya bir önemli burs kazanmıştı Muhsin. Lakin özellikle anneannesinin muhalefeti nedeniyle bu fırsat heba edilmişti. Sanırım, giderse bir daha dönmeyebilir, yahut yabancı diyarlarda kültürünü yitirebilir düşüncelerinden kaynaklandı bu reddediş.
Resimlerine baktığımızda daha çok binalar sokaklar görürüz. İnsan figürü yoktur. 'Çünkü', der Muhsin, 'insan koyduğun zaman resmin konusu insan; binalar, sokaklar da fon oluyor. Oysa benim süjelerim sokaklar ve binalar'. Zaman zaman insan figürü de yapıyor. Hatta mesleklere göre tematik insan figürlü sergiler de yaptı. Ama karikatüristliğinden gelen dürtüyle o figürler mizahi bir kimliğe büründü hep. Evet Muhsin karikatüristlik de yaptı. Bazı dergilerde ve Tercüman gazetesinde karikatürleri çıkardı. Birlikte ürettiğimiz esprilerden de karikatürler oluşturduğu çok oldu. O bazen mizahın bazen hüzünlü sokakların, binaların şair ressamıydı.
Bir keresinde Babıali'de Turhan Selçuk'un mu yoksa Semih Balcıoğlu'nun mu şu anda karıştırıyor olabilirim, yazıhanesindeydik; çıkışta asansör çağırdık. Kapıcı çok kızdı bizi tekme tokat nerdeyse merdivenlerden aşağı yuvarladı. Karakola gittik. Komiser, memuruna, 'git bak bu çocukları kapıcı oraya sokmuyormuş' dedi. Memur, 'şimdi öğle vakti, orada kimseyi bulamayız komiserim' dedi. Komiser de, 'e işte böyle düşe kalka büyüyeceksiniz' diye bizi teselli etti. Boynumuz bükük Bakırköy'e, eve döndük.
Muhsin Kut'un bir yeteneği de sergi düzenlemesi, resim asması. Sağolsun Budapeşte'de açtığım bir sergiye resimlerimi asmak için üşenmedi eşiyle birlikte geldi. Doksanlı yılların sonlarıydı.
Amerika'ya gidemeyişi sanırım onun çocuk ruhunda bir travma yarattı. İçi sızladı hep; öyle hissettim. Onun acısını çıkarırcasına iki kez Avustralya'ya gitti. Sidney'de beşerden on senesi geçti. Türlü işlere girip çıktı. Kayıp yıllar mıydı yoksa kazanılmış yıllar mıydı, bilemiyorum. Oğlu Kemal ana dili gibi ingilizceyle yurda döndü.
Askerliği yedek subay öğretmen olarak Urfa'da geçti. Bana oralardan hep mektuplar gönderdi. O zamanlar biz dostlar birbirimizden şişman şişman zarflar içerisine sığdırılmış sayfalar dolusu mektuplar alır, mektuplar gönderirdik. Şişman postacı baba ofluya pofluya ama hep güler yüzüyle mektuplarımızı getirir götürürdü. Muhsin bir mektubunda resim yapıyor diye mahallelinin kendisini taşla kovaladıklarını yazmıştı.
Ben ondokuz yaşında tahsile Viyana'ya giderken beni geçirmeye gelmiş, gezeceğim müzelerde eski üstat ressamların resimlerini ve özellikle fırça darbelerini anlatan mektuplar yazmamı istemişti. Sirkeci'den bindiğim trenin penceresinden ona el sallarken bir süre trenin yanında koşmuştu. Anılar... Geçmişe gidip gidip dönüyoruz işte. Yetmiş senelik hiç kopmayan bir arkadaşlık. Mucize. Aslında bir Panait İstrati romanları dostluğu; artık hiç bilinmeyen İstrati. Biz çok okurduk.
En büyük özelliklerinden biri de çok iyi eskiz yapması. Akademide hocası Sabri Berkel onun eskizlerini talebelere örnek gösterirmiş, 'işte eskiz böyle yapılır' diye. Genelde koltuğundan eksik etmediği eskiz defterine hoşuna giden yerleri çizmek gibi güzel bir huyu vardır.
Özel izinle Kapalı Çarşının damına çıkmış (mart ayından çok önce!) . Damlardan görünümleri eskizlemiş. Kapalı Çarşının damına bir ressamın çıkması da Türkiye'de bir ilk.
Eskizlerini, resimleyeceği tuvalin boyutuna göre ayarlamak için ozalite veriyor. Ozalitten aldığı kopyeyi bildiğimiz karbon kağıdıyla çizerek tuvale geçiriyor. Tuvalin üzerini fırçası yağ gibi kaysın diye bir kağıtla cam gibi yapıştırarak kaplıyor. Akrilikle resmini yapıyor. Akriliğin üzerine bir de yağlıboyayla geçerek resmi tamamlıyor. Yağlıboyayı kendi zevkine yahut uygun gördüğü şekilde yer yer kazıyor. Alttan akriliğin izleri hoş trükler olarak yüzeyde ortaya çıkıyor. Doku zenginliği başka bir ressamda görmediğimiz şekilde gözümüzü doyuruyor. İşte bu sergide Kapalı Çarşının damları benim diyen bir mimarın çizemeyeceği şekilde karşımıza tüm haşmetiyle çıkıyor.
Muhsin Kut tematik bir ressam. Her sergisi ayrı bir konu içerisinde turladığı, serüvenini yaşadığı bir hikaye olarak şekilleniyor. Bu sergisinde ise bir karmalık var. Sokaklar, binalar, damların yanı sıra karikatürvari çizdiği eski model arabalar, çok sevdiği tekneler ve evet sigara kağıtları.
Bunu biraz izah edeyim. Eskiden, sanırım meraklıları halen daha vardır; sigara tiryakileri hem ucuz oluyor diye hem de kendi zevk ve damak tatlarına göre hazırlamak bakımından tütün ve tütünü saracak sigara kağıtları kullanırlardı. Benim anneannem mesela öyle yapardı. Doksanlı yaşlara kadar yaşadı. Kucağında hep kağıda sardığı tütün kutusu ve ağzında biri biterken ötekisini hazırlayıp elinde tuttuğu sigarası vardı. Devamlı baca gibi tüttü hayat boyu. Bir yandan da devamlı örgü örerdi. O kadar sigara içmeseydi belki o kadar çok yaşamayacaktı!... Toprağı bol olsun.
Doğuştan denizci olan Sanatçımızın her zaman bir teknesi oldu; bazen de birden fazla. İzmir Karaburun'da, İncek köyünde, ki bir dağ köyüdür, denizi uzaklardan görür; kendi elceğiziyle bir ev yaptı. Hemen yanıbaşına da atölyesini inşa etti. Sahilde ise kocaman bir yelkenli tekne demirlemiş sadık bir kulu olarak kendisini bekler. Kaptanlık brövesi de var. Kaptanlık kasketini İstanbul'daki özel bir şapkacısına yaptırmış. Bana da ayni dükkanda bir iki şapka yaptırıp hediye etmişti. Ama fötr değil!
Kut ailesi İncek köyündeki evlerinde bizi de kaç kez misafir etti. Mis gibi rakıcıdır. Filmlerde görmüşüzdür ; eski Amerika kırsallarındaki evlerin çevresini saran verandalar vardır. Kovboylar basar bu evleri zaman zaman. İşte bu verandaların bir eşini de Muhsin evin çevresine yaptırmış. Ama yüksekte balkon gibi. Belki on onbeş kilometre ötedeki denize doğru koşan düz ovanın üzerinden sanki denizi de aşarak sonsuza karışacakmışız gibi duygular içerisinde bu verandada buzlu rakıları yudumladık kaç kez. Aşağılarda ise Amerikan kovboyları kementlerini sallayarak bize doğru at koşturuyorlardı!
Muhsin müzayedelere gidiyor; eskiler, antikalar satılan müzayedelere. Orada eski sigara kağıtları defterlerini satın alıyor. Defterlerin kapakları çeşitli ilüstratif resimlerle bezenmiş oluyor. Muhsin bu kapaklardaki resimlerin resimlerini yapıyor. Bunlardan iki tablosunu bu sergide görebiliyoruz. Çok enteresan. Burada da ozalitten yararlanıyor. ARDA Galeri sergiyle ilgili nefis bir katalog hazırlamış; uğrayıp edinmenizi tavsiye ederim.
Bir diğer özelliğinden de söz edeyim Muhsin'in. Müzayedelerde rastladığı kendi eski resimlerinin de baş alıcısı. Diğer alıcılarla korkunç bir rekabete giriyor ve en yüksek fiyatla resimler kendi üzerinde kalıyor. Öyle de bir koleksiyonu var evinde. Onun kırk elli yıl önce yaptığı resimleri var bende. Kendisine hatırlatmıyorum; nemime lazım!
monad balkan, 22 nisan 2016, ankara