Başlığı okuyunca “Duvar duvardır işte, ötesi ne olur ki?”, diyebilirsiniz. Her şeyden önce içinden mi dışından mı bakıldığına göre duvarların işlevi ve insana verdiği duygu fark eder. Dışından bakıldığında girilmesi imkânsız, aşılması olanaksız heyula bir engeldir. İçindekinin ne hissettiği ise dışardakini ilgilendirmez bile. Müşkül çıkaran bir mâniadır sadece. Tabii eğer Üç Küçük Domuzcuk masalındaki gibi ottan samandan yapılmış ve bir üflemeyle yıkılacak bir duvar değilse!
İçinden bakıldığında ise içerdekinin çıkamaması için dikilmiş değilse ana kucağı misali korunma, barınma duygusu verir. Öte yandan duvarların üstüne üstüne gelmesi demek içerde kapana kısılıp kalınmış demektir. Duvarların ardında kalmanın ne olduğunu düşünürseniz, hiç kimsenin bundan hoşlanmasına, sığınmış hissetmesine imkân olamayacağını bilir ya da anlarsınız.
İnsanlık tarihinde korunma ve barınma beslenme kadar birincil gereksinmelerden biri olmalı ki arkeolojik kazılarda bulunan esas unsur hep bir duvar kalıntısıdır. İster bir evin ayakta kalabilmiş o tek duvarı, ister bir tapınak, ister de bir gösteri yeri; sosyal gereksinme olan tiyatronun duvarları…
Likya uygarlığı kentlerinden biri olan ve adı “yüksek kayalığın yanındaki yer veya insanlar” anlamındaki Arikanda’nın (MÖ 5-4.yy.) şehir tiyatrosunun oturma yerlerinin temel duvar yüzeyi kare ve dikdörtgen biçimli taşlardan oluşmuş, birbirilerinin üstüne alttakini ortalayacak şekilde yerleştirilmiş (Resim 1). Taşların yerleştirmesinde basit geometri kurallarına uyulmuş, asla gelişigüzel değil ama fazla karmaşık da değil; sadece tabana yakın bir katman daha ince dikdörtgen biçimli taşlarla örülmüş, başka bir özelliği yok.
Ama tiyatronun dış duvarlarına gelince, örgünün özgün denilebilecek biçimde estetik olması dikkat çekici (Resim 2a, b). Hiçbir taşın şekli diğerine benzemiyor. Geometrik yamuk şekline yakın ama tam değil. Aralarda da üçgen, beşgen ve altıgenler var, hiçbiri eş kenarlı değil. Gereğinde dikdörtgenlerle desteklenmiş, boşluklar uygun üçgenlerle doldurulmuş. Duvar olduğunu bilmeden fotoğrafına bakan bir kişi bu deseni modern resim sanatı örneği olduğunu düşünebilir. Birkaç kişinin bile beraberce yerden kaldıramayacağı kayalar kanaviçe misali işlenmiş. Vücuttaki içi boş organların içyüzünü döşeyen “epitel” adı verilen hücreleri hatırlatan desen “Acaba insan kendi hücrelerinin biçimine bilinçsiz olarak aşina mıdır?” diye düşündürüyor.
Arikanda tiyatrosunun üçgen taş merdiven tutamakları ise takoz biçiminde yatay taşların üstüne yerleştirilmiş (Resim 3). Yapıştırıcı olmadan şimdiye yere düşmemiş olmaları hayret verici. Ayak bileği kemikleri gibi son derece sağlam açı hizalaması ile inşa edilmişler.
Benzer tırabzanların daha sofistikesi yine Likya uygarlığı Myra kenti tiyatrosunda karşımıza çıkıyor (Resim 4). Bunlar tırnaklı verev kirişler şeklinde birbirine sokulmuş, oyuncak yılan misali neredeyse kendi ekseni etrafında dönebilecekmiş duygusu veriyor. Atar damarların içindeki kanı yerçekiminin etkisine zıt yönde akmasını sağlayan iç kapakçıkların biçimine benziyor. Muhtemelen depreme, sele ve insanoğluna dayanıklı ki yüzyıllardır ayakta kalmış.
Bu eserlere bakınca duvarcı ustalığının yabana atılacak bir iş olmadığı görülüyor. Her ne kadar Likya uygarlığından günümüze önemli bir duvarcı ustası adı kalmamışsa da malum, Süleyman Mabedini yapan Hiram Usta (MÖ 8yy.) duvarcılığı ve iş aletleriyle sembol olmuş bir kişi. G. Verga’nın Duvarcı Ustası Don Gesualdo adlı kitabında (Çeviri: N. G. Işık, İş Kültür) 19’uncu yüzyılın ilk yarısında alın teriyle servet edinerek toplumda yer edinen, soylu ama yoksul bir kadınla evlenen bir duvarcı ustasının sınıf mücadelesi içinde geçen dramatik yaşamı anlatılır.
Duvarları yapan ustaların ne hissettiği sorusu ise büyük olasılıkla Berthold Brecht’ten başka kimsenin aklına düşmemiş bir sorudur:
Okumuş Bir İşçi Soruyor
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
…
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.
Gerçekten de ne oldu dersiniz yapan bu eserleri yaratan duvarcılara?
Duvarlara dokunanları merak ederseniz, onları da Faruk Nafiz Çamlıbel “Han Duvarları”nda anlatmış:
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa
Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa.
…
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Pınar Aydın O’Dwyer
Not: Verdiği değerli bilgiler için Sayın Prof. Dr. Oğuz Tanrıdağ’a teşekkür ederim.