Gazetedeki haber beni binlerce yıl öncesine götürdü. Okuduğum metin güncel sorunlardan, siyasal tartışmalardan uzak, bilimsel gelişmeleri duyuran bir derlemeydi. “İneklerin pabucunu dama atalım” başlığı sayfanın göbeğindeydi. Hemen altında da müjde verir gibi bir cümle yer alıyordu: “Süt ve süt ürünleri laboratuvarda üretilecek.”
Çatalhöyük arkeolojik kazısının 60. yılında yayımlanan bu haber, süt tarihi üzerine tartışmaları yapay bir türün gölgesine mi sürükleyecek diye endişelendim. Kazıyı başlatan James Mellaart ilk kez “Çatalhöyük’te, yağ, peynir, yoğurt ve mayalı ekmek üretilebiliyordu” dediği zaman kendisine inananların sayısı bir hayli azdı.
İngiliz arkeolog Mellaart’ın iddiası, Antalya Döşemealtı’nda 9 bin yıl geçmişi olan Bademağacı kazısından çıkarılanlarla, Bursa Yenişehir’de 7 bin yıllık yerleşim alanında erişilen kalıntılarla, Kırklareli Aşağıpınar kazısındaki 8 bin yaşındaki bulgularla doğrulandı.
Çatalhöyük kazısını 1993’ten itibaren yöneten Ian Hodder, Anadolu’da neolitik dönemle ilgili bilgilerin son yıllarda çok değiştiğini anlattığı Leoparın Öyküsü kitabının önsözünde Doğu ve Orta Anadolu ile Akdeniz bölgelerindeki kazılardaki bulguları değerlendirirken şöyle diyor:
“Bitkilerin, koyun ve keçilerin Çatalhöyük’ten binlerce yıl önce bu bölgede evcilleştirilmeye başlandığını öğrenmiş bulunuyoruz.”
Anadolu’da Aksaray ile Çumra arasında birbirine yakın günümüzden on bin yıl öncesine kadar uzanan yerleşim yerleri, bilinen en eski süt üreticilerinin yaşam alanını oluşturuyor. Bu topraklar, sadece süt değil, süt ürünlerinin de tarihsel başlangıç noktası.
Kentleşme sürecinin hızlanmasıyla 20. yüzyılda süte su katma fikri de Anadolu topraklarında yaşayanların aklına düşmüştü. 1938 -1949 yılları arasında İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Lütfi Kırdar’ın “Süte su karıştırma sorununu nasıl çözdünüz?” sorusuna şaşıran Londra Belediye Başkanı, “Bu da aklınıza nereden geldi…” yanıtını verdiği yıllarca konuşulmuş.
Süte su katılması bir dönem tüm İstanbulluların aklını kurcaladı, durdu. “Adsız Yazıcı” imzasıyla Tan gazetesindeki bir köşe yazısı “Türkiye'de bir türlü halledilemeyen bir süt derdi var. Sütler suludur, sütler sıhhi itinadan mahrumdur (sağlık özeninden yoksundur). Sütler mikropludur. Süt pahalıdır” diye başlıyordu.
“Adsız Yazıcı” imzası Nazım Hikmet’e aitti. Bir süre önce Akşam gazetesinde de Orhan Selim imzalı köşe yazısında “İlkbaharla sonbahar, içine yarıdan çok su katılmış süte benzer. İlkbahar, 14 yaşındadır bence, ne çocuk, ne delikanlı. Sonbahar ise 50 yaşındadır, ne genç, ne yaşlı!” benzetmesini yapmıştı. Aynı gazetede "İstanbul'da en zor, en güç ne bulunur?" sorusuna “Su katılmamış süt” karşılığını veren de o idi .
Kırdar, bu yazıların yazıldığı günlerin hemen ardından belediye başkanlığı görevine gelmişti. Aradan yıllar geçti. Nâzım Hikmet, eşi Piraye’ye Çankırı cezaevinden “Haftada iki defa öğle yemeklerinde yalnız şekerli süt içiyoruz” diye yazdığı günlerde Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ile aynı koğuşu paylaşıyordu. Çankırı’da süte su katılma kimsenin aklına gelmemişti.
Bursa Cezaevinden 1943’te Piraye Hanım’a, “Ben halis kakao ve sütle çikolata yapmak tecrübesine girişiyorum. Bu akşam ilk tecrübeyi -Doktor Kazım Beyin nezareti ve reçetesiyle yapacağız- muvaffak olursam, sana kilolarla çikolata yollarım” diye haber veriyordu.
Yıllar geçiyor, İstanbul’un sulu süt sorununa çözüm bulunamıyordu. Yine Akşam Gazetesi’nde bu kez Refik Halit Karay, “Hâlâ dedelerimiz zamanındaki gibi güğümlere murdar (pis) mandıralardan getirilip kapıda tartılan hileli ve mikroplu süte medeni bir şehrin tahammülü yoktur” diye 18 Mayıs 1946’da yazacaktı.
İstanbul halkının sokak sütçülerinden böylesine yakındığı yıllardan yaklaşık yarım yüzyıl önce kentin en zengin sütçüsü unvanını günümüze kadar kimseye kaptırmamış olduğunu kolayca tahmin edebileceğimiz bir kişi yaşıyordu. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisinde “II. Abdülhamit’in sütçübaşısı” diye anlattığı Hristaki Efendi Beyoğlu’nda Çiçek Pasajı adıyla andığımız binayı yaptırmış, 1908’de de hizmet verdiği padişahın son sadrazamı Küçük Said Paşa’ya satmıştı. Hristaki Efendi’nin sütçülüğü saraya yakınlık simgesiydi. Asıl kazancı devlete ve saray çevresine verdiği borçlardan aldığı faizdendi ve banker olarak ünlenmişti.
Hristaki Efendi’nin bina yaptırdığı yer Beyoğlu’nun orta yerinde dönemin en önemli sanat merkezi Naum Tiyatrosu’nun yanmasıyla boşalan alandı. Abdülhamid, babası Sultan Abdülmecid ile saltanat koltuğuna kendisinden önce oturacak Murat ve yerini bırakacağı Mehmet Reşat Efendi ile yanan binaya geldiğinde miladi takvimler 26 Mart 1851’i gösteriyordu. Dokuz yaşındaki Abdülhamid, ilk kez opera izliyor olmalıydı.
Önce V. Murat tahta çıktı, 93 gün süren saltanatı akli dengesinin yerinde olmadığı iddiasıyla sonlandırıldı. 28 yıl Çırağan sarayında haremi çocukları, torunları ve piyanosuyla yaşadı. Korku ve endişelerle tahta çıkan Abdülhamid Yıldız sarayının içinde bir salon yaptırdı. Sanatçılar padişahın huzuruna burada çıkmaya başladı.
Sultan’ın şehzadelerle birlikte Naum Tiyatrosuna gidişinden iki yıl sonra günümüzde Çekya Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Melnik’te doğan Anna Grosser, Leipzig Konservatuvarından mezun olmuş, büyük piyanist ve besteci Franz Liszt’in yanında eğitim görmüş, 1888’de yolu İstanbul’a düşmüştü.
Eşi gazeteci Julius’un işi dolayısıyla 35 yaşında İstanbul’a gelen Anna Grosser, Alman elçiliğinin düzenlediği resitallere katılırken günün birinde Saray’a davet edildi. Kuzu dolması, dondurma ve meyve ikramından sonra piyanonun başına geçtiğinde Abdülhamid ve şehzadeleri locadaydı. Kendisine yapılan telkine uygun olarak önce Hamidiye marşını çaldı, ardından Liszt’in Faust Valsi ile devam etti. Abdülhamid’in işaretiyle tamamlanan resitalin ardından az sonra sahnelenecek Sevil Berberi operasına sultan tarafından davet edildi. Grosser’in bu temsil sırasında en fazla dikkatini çeken olay, her sanatçının rolüne başlarken önce padişaha verdiği selam olmuştu.
Bayan Anna için o akşam İstanbul’daki yaşamının dönüm noktasıydı. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Burhaneddin’e ders vererek saray çevresinin aranan sanatçıları arasına girmiş, hanedan mensuplarının konaklarında, yalılarında en sık rastlanan kişiler grubunun mensubu olmuştu. I. Dünya Savaşı’nın tamamlanmasıyla Bayan Grosser’in İstanbul’daki yaşamı da sona ermişti. Savaştan yenilgiyle çıkan Almanlar ve Avusturyalılarla birlikte kenti terk etti, 1938’de hayata gözlerini yumdu.
VECDİ SEVİĞ
15 Ekim 2021, Ankara