Yaşadığımız dünya karmaşık olduğu kadar öngörülemezliklerle de dolu küresel bir fırtına görünümü arz ediyor. Devlet politikalarından birey hayatlarına, nesnel-kurumsal ilişkilerden duygu-yoğun alış-verişlere kadar çok çeşitli ve birbirine benzemez düzeylerde genel bir belirsizlik hâkim. Artık devletlerin bile uzun vadeli politikaları yok; varsa bile sürekli değişmeye mahkûm durumdalar. Kısa vadeli pragmatik taktikler, bir zamanların uzun vadeli, öngörme hırsına ayarlanmış rasyonelliğinin yerini almış görünüyor. Bu topyekûn belirsizliğin çok çeşitli nedenleri var. Başta akışkanlık ilkesi üzerinden yeniden örgütlenen bir enformasyon toplumu, somut metâ üretiminden uzaklaşmamızı teşvik eden sanayi-sonrası üretim biçimi, ağ biçimli bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde yaşamamızı gerektiren bilişim düzeni, sanayi kapitalizminin getirdiği kesinlik düsturunu hızla geçersizleştiriyor. Bugün küresel ölçekte büyük bir dönüşüm yaşamakta olduğumuz, artık çok açıklıkla görülebiliyor. Bilişim teknolojisi, yalnızca insan ilişkilerini ve toplumsallık olgusunu değil, bundan daha derinde gerçeklik mefhumumuzu da kökten değiştirecek. Ancak olumlu ve olumsuz bir çok yenilikle gelen bu büyük dönüşümün yanında, Dünya, aynı zamanda derin toplumsal çelişki ve karşıtlıkların da sahnesi haline gelmiş durumda.
Neo-liberal iktisadın koşulladığı ben-merkezli, toplum hayatını ölümcül rekabetten ibaret gören, asgari emek-âzami hak anlayışıyla anlık hazların peşinden koşan bir insan tipi, içinde yaşadığı korkunç derecede adaletsiz düzeni yeniden üretmekten öteye gitmeyen sanal bir oyalanma (bu topraklarda kendini eğleme denilen üretimsiz varoluş) döngüsünün içine düşmüştür. Adaletsizlik, yalnızca ekonomik anlamda bir bölüşüm sorunu değildir; bizatihi adalet hissinin toplumsal düzeyde kaybolmasına yol açan genel bir değer yokluğu halidir. Bireylerin tutunacakları maddi ve ahlâki dalların, toplumda bir amaç doğrultusunda var olmak için gereksinim duydukları kerterizlerin yok olduğu belirsizlik hali, insanı insana düşman kılar. Ancak daha kötüsü, toplumsal normların belirsizleştiği ya da görelileştiği bir durumda, adaleti herkes kendi aramaya ve uygulamaya girişir. Böyle bir saçılma hali, elbette güçlü olanın yasasının geçerli olmasına neden olacaktır. Adaletsizlik hissinin kapı arkasında ise daima şiddet vardır. Çağımızda şiddetin istisnai olmaktan çıkıp sıradanlık haline gelmesi, bu belirsiz ve adaletsiz düzenin kaçınılmaz sonucu olmuştur. Böyle bir çağın sanat estetiği de elbette şiddetten arınmış şekilde tezahür edemez; en azından, tüketimin ve bilişim oyuncaklarının büyüsüyle uyutulan kitleleri uyuşturma görevini yüklenmiş popüler kültür ifadelerinin dışında kalan yenilikçi sanat anlayışı için, bu durum çok daha fazla ön plana çıkar. Bu düşüncelerle Aralık ayı içinde takip ettiğimiz birbirinden farklı iki sanat olayı aklımızda bağlanıyorlar.
DEUTSCHE OPER VE LE PROPHÈTE
Bazı şehirlerin kültür kurumları vardır; bazıları ise kültürün cisimleşmiş halidirler. Kuşkusuz Berlin, bu ikinci gruba birinci ligden giren birkaç önemli şehirden biridir. Zamana, yerel ve ulusal hükümet politikalarına (Almanya'da buna bir de federal düzeyi eklemek gerekir) göre sürekli değişmeyen, tarihlerine ve niteliklerine her siyasi görüşün saygı duyduğu, vatandaşların, varlığıyla övünebildikleri kültür kurumları, o toplumun yapıştırıcı harcı görevini üstlenmişlerdir. Berlin'deki Dünya çapında kültür kurumlarının başında yer alan Deutsche Oper elbette bu tür saygın kurumların başında gelir. 16 Aralık Cumartesi akşamı, Deutsche Oper'da, Türkiye sahnelerinde görmeye çok alışkın olmadığımız bir bestecinin, Giacomo Meyerbeer'in Le Prophète (Peygamber) adlı büyük operasını (grand opéra) izledik. Yarımşar saatlik iki arayla birlikte toplam dört buçuk saat süren bir gösterinin dekor ve ışık tasarımından müzik yönetimine, içerdiği bale unsurlarından en küçük aksesuarına kadar olağanüstü bir özen, titizlik ve profesyonellik örneği olarak sergilenmesi, özellikle yeniliklere açık dikkatli seyirciyi, yalnız işitsel olarak değil görsel ve duyumsal olarak da üst düzeyde tatmin eder nitelikteydi. Meyerbeer, bu operasında, tarihsel bir dekor içinde kurgusal ama çağdaş göndermeleri olan alegorik bir eser ortaya koymuştur. Buradaki 'çağdaş' kavramı, Meyerbeer'in kendi dönemi için (özellikle 1848 Devrimi ve ilgili olaylar) olduğu gibi günümüz dünyası için de aynen canlılığını koruyor.
Protestanlığın doğuş ve gelişme çağında, 1536 yılında geçen, yaşanmış olayların sanatsal bir yorumu olan opera, Martin Luther'in, feodal güçlere karşı bir halk hareketi başlatmasından sonra Reform sürecinin içinde ortaya çıkan tarikatlardan birine odaklanıyor. Anabaptistler ya da yeniden vaftizciler olarak tanınan köktenci Protestan cemaatin başına, tesadüfler eseri geçip Münster şehrinde peygamber mertebesinde kabul edilen Leyden'li Jean'ın (Jean de Leyde) hiç dini bir eğitim ve amacı olmayan sıradan bir terzi olarak, bir halk liderine dönüşmesinin öyküsünü merkeze alan opera, devrimlerin, kolaylıkla halk desteği sayesinde otoriter rejimlere dönüşmelerine ironik, ama bir o kadar da trajik bir şekilde değiniyor. Devrimlerin gizli baskıcı karakterine ve iktidar olgusunun, hangi saikle kullanılırsa kullanılsın, eninde sonunda oportünist bir zorbalığa dönüşmeye mahkûm olduğunu vurguluyor.
Bu eserin ilk sahnelendiği yıl olan 1849'da, daha Paris burjuvazisinin korkulu rüyası 1848 Devrimi'nin üzerinden çok fazla zaman geçmemişti, devrim hareketinin yıkıcı anıları taraftarlarının ve karşıtlarının belleklerinde tazeydi. Bu haliyle Jean de Leyde'in öyküsü, Meyerbeer'in, içinde yaşadığı toplumsal sorunlara atıfta bulunması için de biçilmiş kaftandı. Döneme hâkim olan, Louis de Bonald, Joseph de Maistre gibi ideologlarının ateşli savunuculuğunu yaptığı muhafazakâr düşüncenin de böyle bir eleştiride payı olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Benzer bir adaletsizlik-tepkisel halk hareketleri-devrimcilerin otoriterleşmesi sürecini günümüzde yoğun bir şekilde yaşıyoruz.
Adaletsizlik ve değer yitimi hali, günümüz dünyasının şiddet üreten başlıca bileşenleridir. Aynı tespitten yola çıkan yönetmen Olivier Py, günümüz dünyasının sistemli ve git gide baskıcı hale gelerek şiddet üreten mantığını üst düzey estetikleştirilmiş, ama aynı zamanda sert bir dille sahneye taşımış. Dünyaca ünlü Avignon Tiyatro Festivali'nin de yöneticisi olan Olivier Py, dansı, insan bedenin plastik temsil kabiliyetini, bunun ses sanatıyla en iyi şekilde nasıl buluşabileceğini çok iyi düşünmüş ve hazmetmiş bir yönetmen olarak tanımlanabilir. Le Prophète'te günümüz dünyasının herhangi bir yerinde ve zamanında rastlanabilecek kurumsallaşmış ve bir ölçüde sıradanlaşmış şiddetin kuvvetli bir eleştirisi için şarkıyı, dansı, görselliğin türlü araçlarını cömertçe seferber etmiş. Bununla birlikte, hiçbir unsur bir diğerini perdelemediği gibi, bâriz bir şekilde öne de çıkmıyor. Dinamik ve çok katmanlı bir dekorun sıklıkla hareket edip kaleydoskop misali sürekli yeni bileşimler ortaya çıkarmasına rağmen, oyun, bir teknik gösteriye, post-modern bir biçim fetişizmine yozlaşmıyor. Örneğin sahneye birkaç kez giren büyük ebatlı lüks olanının yanı sıra, ters çevrilmiş ve yanan otomobilin, sunduğu görsel cazibeye rağmen, seyircinin oyundan kopup ilgisini dağıtan bir unsur haline gelmesi dikkatli bir şekilde engellenmiş. Bale grubu, salt estetik bir çeşni değil, onsuz yorumun eksik kalacağı ciddi ve özerk bir anlatım aracına dönüştürülmüş. Büyük yorumcuların en önemli özelliği, ellerindeki teknik ve estetik olanakları tam dozunda, optimal oranda kullanmayı bilmeleridir. Olivier Py bu ayarlamayı hayret verici bir kesinlikle gerçekleştirmiş bir yönetmen.
Bununla birlikte, en üst düzey sanat eserleri bile günümüzün tüketim-eksenli dünyasında, bir pazarlama söylemine malzeme olmaktan kaçınamıyorlar: Py'nin Le Prophète'i de, kimi sahnelerde barındırdığı açık ya da örtük erotik (hatta daha belirgin olarak homo-erotik) göndermeler nedeniyle, opera kamuoyunda kaçınılmaz olarak sansasyonel bir yer edinmiş görünüyor. Seyircilerin önemli bir kısmının hemcins çiftlerden oluşmasının, kuşkusuz oyuna olan sanatsal merakla yakından ilgisi vardır; ancak yine de oyunun (aslında reklâmının yapıldığı kadar çok olmayan; hatta çok kısıtlı olan) homo-erotik göndermelerin de bu kitlenin ilgisini uyandırmış olduğu izlenimini bizde yarattı.
Berlin'de tiyatro ve opera izleyicisinin, başka metropollerde kolay görülmeyen bir özelliği daha var: Beğenmedikleri sahne, yorum, estetik tasarım vb. ile karşılaştıklarında çekinmeden tepkisini göstermekte beis görmüyor. Nitekim, oyunun sürekli dönen bir dekor içinde, görece uzun süren, şiddet (savaş, kavga, dayak, tecavüz, vb. simgeleyen) olaylarının kimileri neredeyse çıplak dansçılar tarafından, dozunda bir estetikleştirmeyle sahnelendiği bölümün sonunda, tek bir kişi, ardından ona katılan bir grup başka seyirci bağırıp yuhalayarak hoşnutsuzluklarını dile getirdi. Her ne kadar orkestra şefi Enrique Mazzola durumu yadırgayıp garip bir bakış atsa da, oyun aynen devam etti. Ancak Olivier Py'nin yorumu ve orkestranın müzik icrası salonun ezici çoğunluğunun beğenisini topladı. Bu da, son selamdaki yuhalama seslerinin, çok daha kuvvetli ve uzun süren alkışlarla bastırılarak oyun ekibinin emeğine saygının ifade edilmesi şeklinde ortaya kondu. Sonuç olarak, bu deneyimden demokrasi kültürünün nasıl bir şey olduğuna dair de bir ders çıkarmamak mümkün değildi. Karşıtlıkların bir arada yaşayabilmesi ve birbirlerine şiddet kullanmadan tahammül etmeleri... Sanat, asıl bu çoğulculuk üzerinde yeşerebilir zaten.
BOYUN EĞMEYEN ŞARKILAR
Yılın sonuna doğru, bunca şiddet, otoriterlik, kendini beğenmişlik, nobranlık, adaletsizlik, haksızlık içinde, sosyolojinin kurucu düşünürleri Emile Durkheim ve daha sonra Robert Merton'ın, kuramını yaptıkları anomi (yasasızlık, toplumsal değerlerin olmayışı ya da olmadığına dair yaygın his) halini etiyle kanıyla yaşadığımız bir toplumsal ortamda, haksızlığa karşı suskunluğun neredeyse genel ilke haline geldiği Türkiye'de, Boyun Eğmeyen Şarkılar'la karşılaşmak karanlıkta güzel kokulu bir mum yaktı. 22 Aralık Cuma akşamı Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Korosu'nun Boyun Eğmeyen Şarkılar başlığı altında, üniversitenin Albert Long Hall konser salonunda verdikleri konser, amatör ruhun önemini, içerebileceği coşkunun ne denli dönüştürücü bir güç barındırdığını bir kez daha anlamamıza fırsat verdi.
Çok yönlü müzik insanı A. Mahmut Abra'nın yıllardır yönettiği koro, çeşitli yaş ve mesleklerden insanı bir araya getiren, en önemli özelliği, seyirciyi ilk anda saran samimiyeti ve coşkusu olan eşsiz bir topluluk. Ciddi bir sanat kurumunun temel görevinin, içinde yaşanılan toplumsal sorunları unutturucu anlam yoksunu pop klişelerini yeniden üretmek değil, onları sorgulamayı kendine şiar edinmek olması gerektiği bize hatırlatan Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Korosu, sanatı, bağıran slogancı bir düzlem olarak görmüyor; belki Nietzsche'nin 'şen bilim' terimiyle tarif ettiği heyecanı taşıyarak, güler yüzlü bir eleştirelliğin nasıl olabileceğini bize kişilikli bir duruşla anlatıyor. Mahmut Abra, Grup Abra çalışmalarında olduğu gibi, koro repertuvarının oluşturulmasında da, türe, geleneğe, akıma takılmadan, çoğulcu bir anlayışla, Türkiye'nin müzik dünyasındaki kısır husumetlerin üzerinden sırıkla atlayarak özgün bileşimler ortaya koymayı başarıyor. Ne kadar kutlansa azdır!
Koro, birinci yarıda sekiz, ikinci yarıda dokuz eser seslendirdi. Bunların arasında klasik haline gelmiş popüler müzik örneklerinin (Kemal Burkay'ın şiiri, Arto Tunçboyacıyan'ın müziğiyle kilometre taşı özelliği kazanmış olan Gülümse veya Orhan Gencebay'ın Batsın Bu Dünya'sı gibi şarkılar) yanı sıra, Mahmut Abra'nın bestelediği eserler de yer aldı. Ayrıca teksesli yazılmış eserlerin özgün çoksesli yorumlanmaları da Mahmut Abra'ya aitti. Bu düzenlemelerde en dikkati çeken özellik, kanımızca, çoksesliliğin en uygun doz ve biçimde gerçekleştirilmiş olmasıydı. Çoksesli duyuşa alışkın olmayan kulakları küçük adımlarla dönüştürebilecek ölçülü bir armoni ve temkinli bir kontrpuan, eserlerin kişiliklerinin silikleşmesine yol açmamış; tersine, bu şekilde hem çoksesli niteliği kazanmışlar hem sıradan dinleyicinin kulağına kolayca sızacak özelliği edinmişler. Bu açıdan, Abra'nın çokseslendirmeleri, bu konuda ilerlemek isteyenler için bir örnek oluşturabilir.
Konserde koroya piyanoda Hakan A. Toker, vurmalı çalgılarda Hakan Çetinkaya ve gitarda Gürol Yıldıran eşlik ettiler. İkinci yarının başında bağlama sanatçısı Aydın Çakmakkaya, sazı ve sesiyle yarattığı etkileyici bir Anadolu vurgusuyla seyircilerin gönüllerini fethetti. Yorumladığı ilk eser, Âşık Mahzuni Şerif'in Mevlâm Gör Diyerek İki Göz Vermiş ve Seyyid Nesimi'den günümüze taşıdığı Ben Melamet Hırkasını Kendim Giydim Eğnime idi. Birbirinden farklı üslûp, tür, gelenek ve anlayışlarla yazılmış/yakılmış bu eserler, Boğaziçi Mezunları Korosu'nun özgün müzikalitesinin imbiğinden süzülerek akıllarda ve gönüllerde unutulmaz bir iz bıraktılar. Konser, bunca isyankâr, ironik, eleştirel sözden sonra, umutlu bir 'koda'yla son buldu: Mehmet Nuri Can'ın Mavi Bir Dünya ve Derya Köroğlu'nun Edip Cansever'in şiirinden bestelediği Umuş eseri konseri umutla noktaladı. Her iki eserin de koral düzenlemesi Mahmut Abra tarafından yapılmıştı. İp gibi yağmur yağan bu konser akşamının, yılın en karanlık gününden sonra gelen güne ait olduğunu fark ettik. Dünya'yı öyle görmek istersek, hakikaten de Umberto Eco'nun dediği gibi bir 'göstergeler ormanı'nda yaşıyoruzdur belki!
Dünya daha adaletsiz ve şiddet dolu bir yer haline geldikçe, umudu ve direnişi yücelten bir sanat da büyüyor. Bu, üst düzeyde kurumsallaşmış bir Deutsche Oper prodüksiyonu olabileceği gibi, amatörlüğü nitelik yükselten bir yol haline getiren bir Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Korosu da olabilir. Önemli olan Dünya'nın egemen güçlerinden yana mı yoksa emekten ve aşktan yana mı olduğumuzdur.
Sahte peygamberler yaratıp onlara akılsızca tapınan toplumları uyandırmanın yolu, boyun eğmeyen şarkıları ısrarla söylemekte yatıyor.
ALİ ERGUR
1 Ocak 2018
Berlin-Deutsche Oper fotoğrafları: Bettina Stöss