Müzik, insanlık tarihinin çok eski zamanlarından modern çağa kadar uzanan dönemde, bir bilgelik unsuru olarak algılanmış ve yaşanmıştır. İnsanın kendi varlığı üzerine düşünme yetisi, diğer bir deyişle onu diğer türlerden ayıran ve insan yapan en temel niteliği, daima müziğin eşlik ettiği bir düşünsel etkinlik olmuştur. Zira müzik, insanın, kendi varlığının farkında bir canlı olmasının sonucu olan doğayı dönüştürme isteğinin ürünüdür. Doğadaki sonsuz ses konumlarından bazılarını seçip bunlardan diziler oluşturmak (gam, mod, makam, dizi, vb.), bu temel malzemeyle birçok ses bileşimi elde etmek, bunları farklı tınılarda ifade etmek, kısacası irade ortaya koymak müziği oluşturur. Ancak eski çağların bilgeliği, müzik yapmayı salt teknik bilgiye indirgemekten kaçınmıştır. Tersine, modern-öncesi toplumların nezdinde müzik, bütün bilgi biçimleriyle evreni kucaklama yordamı olarak benimsenmiştir. Özetle müzik, insanın insanlaşma yolunda en vazgeçilmez ve belirleyici kılavuzu olmuştur.
Doğayı dönüştürme isteği, ölümsüzlüğe ulaşma arzusunun yol açtığı bir güdü olarak, insanın bütün etkinliklerinin temelinde yer alır. En sıradan eylemlerimizden, gündelik hayatın sıradan ve sıkıcı kurgusunun içindeki sayısız etkinliğe, bireysel duygu ve düşüncelerimizden en üst düzey kültür üretimi olan bilim ve sanata kadar uzana geniş yelpazede, sürekli olarak simgeler üreterek ölümsüzlüğe erişmeyi hedefleriz. Elbette sıradan ve geçici türde eylemler uçup giderler. Hele yazılı olmayan edimlerin büyük çoğunluğu zamanın acımasız boşluğunda yok olurlar. Geriye ancak simgesel gücü yüksek, özgün, etkileyici ürünler kalır; bunlar da bilim ve sanat alanını oluştururlar. İşte o yüzden sanat, uygarlığın temel taşıdır. Her ölümlünün gıpta ettiği eserler üretmek, bu sayede biyolojik olmasa da mânevi anlamda ölümsüzlüğe ulaşarak insanlığın belleğine kazınmak, her birimizin en büyük hayalidir. Sanat, bu büyük arzunun en seçkin biçimi olması nedeniyle bu denli saygı duyulan bir simge üretme eylemidir. Seçkinliği de ölümsüzlük vaadinden kaynaklanır. Diğer yandan felsefe, her insanda mevcut kendi varlığı üzerine düşünme etkinliğini disiplinli bir düşünüş ve yazı pratiğine dönüştürür. Nihayet bilim, aynı ölümsüzlük arayışının, deneye, kanıta, sorgulamaya dayalı, sistemli bir bilgi üretme etkinliği olarak, insanın dünyayla ilgili tasavvurunu besler. Yirminci yüzyıla kadar, bu en seçkin insan eylemleri bir bütünlük arz ediyordu. Müzik ise hepsinin kesişim noktasında yer alıyordu. Zira antik çağdan on dokuzuncu yüzyıla kadar, aydın olmanın önkoşullarından biri bütüncül bilgi sahibi olmaktı. Tıp, astronomi, matematik ve müzik, çağlar boyunca aydın insanın sahip olması gereken bilgi biçimleri olmuştur. Nitekim felsefe, bu bütüncül bilginin bir bileşimi olarak çıkmıştır. Müzik bilgisi olmadan sanat, felsefe ve bilim yapılamamıştır.
Dünya'nın büyüsünün bozulduğu sanayi çağına kadar, bütün önemli düşünürler, aynı zamanda yetkin birer müzik kuramcısı, hâtta çoğu zaman icracısıydılar. Filozoflar, en azından müzik üzerine fikir serdedebilmeye rahatlıkla yetecek bilgi ve birikimleri olan kişilerdi. Platon, 'polis'in ideal düzenini tarif ederken, yalnızca siyasi aygıtın yapılanmasına, yönetim erkinin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair ilkeleri saptamakla kalmıyor, uyum içinde bir toplum hayatı için 'münasip' müzik özelliklerinin neler olması gerektiğini de sıralıyordu. Ona göre, bazı modlar kadınsı, bazıları ise erkeksiydi. Kadınsı modların, genç erkekleri olumsuz yönde etkilediğini, onlardaki savaşçı ve mücadeleci karakterinin korunması için erkeksi duygular uyandıran modlarda bestelenmiş müzikler dinlemeleri gerektiğini belirtiyordu. Böylece 'polis', yumuşak mizaçlı, kendini savunmaktan âciz bireylerin çoğalmasıyla yozlaşmaktan korunabilecekti. Aristoteles ise, benzer bir yaklaşımla, ancak bu kez polis'in düzenini sağlamaktan ziyade, iyi vatandaş yetiştirmek için müziğin önemli bir araç olduğunu belirtmiştir. Düşünüre göre müzik, eğitimde kullanılması gereken en temel araçlardan biridir. Zira müzik yalnızca hoş seda, ahenkli ezgiler, sürükleyici ritimlerden oluşmaz; özündeki düzen (doğadan alınıp yeniden, bu kez yapay olarak oluşturulan düzen), öğrenciye toplum düzeni, evrene dair temel mevhumlar gibi olguları öğretmek için en uygun aracı sunar. Böylece öğrenci, duygularını terbiye etmeyi, soylu bir dinlence aracılığıyla ruhu arındırmayı ve bu şekilde onu özgürleştirmeyi, muhakeme yeteneğini geliştirerek düşünsel kapasiteyi artırmayı öğrenir. Görüldüğü gibi, düşünürlerin tasavvurunda müzik, daima kendisinden, diğer bir deyişle ses ilişkileri toplamından fazla bir şeydir. Aristoteles, doğanın sürekli bir evrim içinde olduğunu, ancak doğal nesneler ile yapay nesneler (insan iradesinin ürünü olanlar) arasında bir ayrım bulunduğunu belirterek, insan aklının ürünlerinin ayrıcalıklı konumunu vurguluyordu.
Müzik, insan aklının en gelişkin ve evrensel ürünlerinden biri olarak, aklın kılavuzu olma işlevini çağlar boyunca sürdürmüştür. Eski Yunan metinlerini keşfeden İslam düşünürleri de bütüncül bilgi üretimi içinde müziğe özel önem atfetmişlerdir. İbn Sina, büyük bir tıp âlimi olmasını müzikle ve belki müzik sayesinde taçlandırıyordu. Zira müziğin içsel düzeni, insan bedeninin (sistematik anatomi çalışmaları başlayıncaya, fizyolojinin temel ilkeleri keşfedilinceye kadar) dengeye dayalı düzeninin hem metaforu hem sağaltım aracıydı. Toprağa bağlı bir toplum düzeninin hâkim olduğu Antik Çağ ve Orta Çağ'da evrenin tasavvurunun döngüsel ve bitimli olması son derece doğaldı: Doğanın döngülerine (Ay'ın ve Güneş'in hareketleri, mevsimlerin ve gök cisimlerinin döngüsü) tâbi olan insan, bütün çevresini ve varoluşunu aynı döngüsellik içinde hayal ediyordu. O yüzden Mezopotamya'dan (muhtemelen daha da eskiden) beri, yeryüzü ve gökyüzü düzeninin, en büyükten (gök cisimleri, yerküre, vb.) en küçüğe (organizmalar, insan bedeni), bütün varlık biçimlerinde ortak, aynı zamanda onları kozmik bir düzende bütünleştiren bir döngüsel yapı olduğuna inanılıyordu. Bu anlayışa göre, on iki ay, on iki burç, dört mevsim, dört temel element (hava-su-toprak-ateş), dört vücut sıvısı (kan-mukus-safra-kara safra), dört mizaç, on iki temel makam, birbirlerine kozmik bir düzen içinde bağlıdırlar. İstanköylü Hipokrates'in tıp anlayışı, bu mizaca dayalı (humoral) denge tasavvurunu temel almıştı. İslam dünyasında, insan bedeni ile müzik makamları arasında doğrudan bir ilişki kurulmuş, her burca karşılık gelen bir makam tespit edilmiştir. Bunlar aynı zamanda tedavi edici özelliğe de sahiptiler. Aynı varsayım, daha sonra, Hipokrates'in izleyicisi ve hayranı olan Bergamalı Galenos tarafından da paylaşılmıştır. İbn Sina, bedendeki uyum ile evrenin uyumu arasındaki bağa dikkat çekmişti; nitekim bu mükemmel mekanizmanın (böylece şeylerin düzeni Tanrı'nın mükemmel iradesine bağlanmış oluyordu) hem taşıyıcısı hem simgesi hem arayüzü müzikten başka bir şey değildi. O yüzden eski düşünürler için bilim (tıp, astronomi, matematik) yapmak bütünlüklü bir bilgi üretimi anlamına geliyor, sanat ve felsefeden bağımsız bir şekilde düşünülemiyordu. Eski Yunan’da tekhne (τεχηή) kavramının bugünkü anlamıyla sanat, zanaat, bilim, teknik, teknoloji, yapıp etme bilgisi (know-how) gibi olguların tamamını kapsaması boşuna değildir. İbn Sina'nın, zamanı için çok iyi bir hekim olduğu kadar, hayretler uyandıracak kadar derinlikli bir müzik kuramcısı olması1 bu bütünlüklü anlayışın bir sonucudur. Hıristiyan dünyasında da benzer bir bilgelik anlayışı gelişecek, Boethius gibi düşünürlerin kuramında, müzik Tanrı iradesinin izdüşümü olan mükemmel bir uyum sistemi olarak kuramlaştırılacaktır. Müzik, felsefe yapmanın tecessüm etmiş haliydi. Ancak dinsel taassup Avrupa'nın Roma mirasçısı kültür dünyasını veba gibi öldürecekti. İslam felsefesi ise, altın çağı Gazzali'yle kapanana kadar varlığını sürdürecekti.
Avrupa'nın ve ardından İslam dünyasının içine gömüldüğü Orta Çağ dinsel taassubuyla, bir yandan müesses (Katolik kilisesinin politik ve ekonomik bir güç haline gelmesi) veya gizli (İslam ilminin sayısız mezhep ve tarikat erbabının tekeline geçmesi) bir ruhban oluşmakta, diğer yandan büyük dinsel-siyasi güçler (Papalık; Emevî ve Abbâsî halifelikleri) belirginleşmekteydi. Güçlü iktidarlar ancak dinsel taassubun kurumsallaşmasıyla ayakta durabilmekteydi. Felsefeye ve müziğe düşmanlığın Orta Çağ'da zirveye çıkması doğal olarak şaşırtıcı değildir. Gülün Adı romanında, Umberto Eco, müziğe şeytanın çağrısı gözüyle bakan saf karanlığın temsilcisi ‘gülmeyen rahip’ tipiyle bu zihniyeti billurlaştırmıştır. Bu demir yumruk altında tarım toplumu düzeni kabaca bin yıl kadar sürecek, farklı tarihsel nedenlerle çözülürken, Avrupa'da tedrici bir Aydınlanma hareketi yaşanacaktı.
Modern düşüncenin kurucu düşünürü René Descartes, varlık üzerine düşünebilme yetisini insanın akıl yürütme becerisine bağlıyordu. Dünyanın gizemi ancak böyle bir akıl-merkezli bir düşünümle anlaşılabilirdi. Nitekim Descartes, Compendium Musicae2 adlı eserinde, ilk defa dörtlü döngüsel denge fikrinden uzaklaşarak, seslerin rasyonel dizilişlerine dair çözümlemeler yapmıştır. Evren döngüsel olmaktan ziyade, ilerleyici nitelikte, evrimsel ve rasyonel olarak açıklanabilir mahiyetteydi.
Dünyanın rasyonel açıklanması, Descartes sonrasındaki Aydınlanma düşünürleri de daima müzikle iç içe bir felsefe anlayışı geliştirdiler. Örneğin Jean-Jacques Rousseau, dil ile toplum hayatı arasındaki bağı araştırırken, dilin müzikle ilişkisini de irdeliyordu. Müzikteki gelişmeci nitelik Rousseau için onun öncelikli özelliğiydi.3 Rousseau, bütün iyi filozoflar gibi müzisyen bir yöne de sahipti. Her ne kadar kimi yorumcular onu iyi bir besteci olarak görmezse de, sonuçta armonik dokusu basit ancak hoş tınılı, dönemin opéra comique modasına uygun bir opera yazmıştır: Le Devin du Village (Köyün Kâhini).
Sanayi çağına gelindiğinde, felsefeyle müziği bütünleşik olarak algılayan düşünürlerin başında, kuşkusuz sosyoloji biliminin epistemolojik ve metodolojik temellerini atan Max Weber'i zikretmek gerekir. Üstâdın ölümünden sonra derlenen ders notlarından oluşturulan Müziğin Rasyonel ve Sosyolojik Temelleri (Die Razionalen und Soziologischen Grundlagen der Musik) adlı eserinde, Avrupa'nın modernleşme sürecinde müziğin nasıl rasyonelleşme yönünde bir seyir izlediğini hayranlık uyandırıcı bir müzik tekniği bilgisiyle göstermiştir. Seslerin, aralıkların, ezgisel ilişkilerin matematiksel olarak nasıl git gide daha rasyonel bir tabana oturduğunu, çalgıların, icra biçimlerinin, vb. zayıf tınılardan güçlülere doğru evrimleştiğini somut örnekler üzerinden tartışmıştır. Weber'in müzik sosyolojisi, ciddi anlamda müzikolojiyle, müzik kuramıyla bütünleşmiş bir bilgi birikimini yansıtır. Hatta kitabın kimi edisyonlarında, müzik bilgisi kısıtlı ya da hiç olmayan okur için, toplam hacmin üçte biri kadar teknik açıklama içeren kısımlar da vardır.4 Ne İbn Sina, ne Descartes ne Weber bugünkü anlamıyla uzman müzik kuramcılarıydılar; tıp, felsefe, sosyoloji yaparken, müzik bilgisini zaten doğal bir bileşen olarak hazmetmişlerdi. Bu tür bütüncül aydın tipinin son örneklerinden biri olan Theodor W. Adorno ise, felsefi düşünümünün önemli bir kısmını müziğe hasretmiştir. Adorno, örneğin Modern Müziğin Felsefesi'nde5 Stravinsky'yi yerden yere vurup Schönberg'i geleceğin ilerici müziği olarak selamlarken, aynı şekilde caz çözümlemelerini genel bir kapitalizm eleştirisi çerçevesine oturturken, incelikli bir müzik çözümlemesi yapmıştır. Thomas Mann ile mektuplaşmalarında, Beethoven'in bir sonatı üzerine fikir teatisinde bulunurlarken, partisyonu çizip ilgili pasajda aslında hangi notanın olmasının daha uygun düşeceğini tartışabiliyorlardı.
Yirminci yüzyılın aşırı uzmanlaşan düşün dünyası, bu eski bilge-kişi (savant) tipini de silmiştir. Günümüzün bilgi birikimi, kuşkusuz eski dönemlerdeki bilgelik anlayışının varkalmasını olanaksız kılar. Böyle bir felsefe mevhumunu yeniden canlandırmak ne anlamlıdır ne gerekli; bir nostalji olarak da geri çağrılmamalıdır. Ancak, bilimde, hatta sanatta aşırı uzmanlaşmanın, sahte-entelektüel teknisyenler ürettiği de bir gerçektir. Geçmişin aydın tipini geri getirmek olanaksız olmakla birlikte, bunun alternatifi, kendi dar uzmanlık alanının kuru teknik bilgisinden başka hiçbir bilgi biçimine ilgi duymayan bir eğitimli insan yetiştirmek olmamalıdır. Zira bu tür bir teknik eğitim (buna sanat eğitimi de dâhildir), cılız bir kültür bagajıyla yetinmeyi marifet addetmek bir yana, bir çeşit sahte-entelektüel pozuyla egemen piyasa ekonomisinin kolayca tuzağına da düşebilmekte, üstelik dünyayla ilişkisini de onun acımasız ve gayri-insani doğasının cinsinden kurabilmektedir. Son zamanlarda, yalnızca almış olduğu teknik eğitimin (tıp ya da mühendislik gibi) toplumsal saygınlığı nedeniyle kendini entelektüel bir konuma yerleştirip örneğin kitap okumuyor olmakla övünen ne çok uzmana rastlar olduk! Düşünmenin bunca sığlaşıp indirgendiği bir ortamda bilim teknisyenliğe, felsefe popüler aforizma şemalaştırmasına, müzik de anlamını yitirmiş eğlence ritmine dönüşür. Çağımızın büyük düşünceler üretememesinin önemli bir nedeni de, bilgi miktarı ve iletişimin artışına karşın, düşün etkinliğinin parçalı hale gelmesidir. Oysa intellectus insanı, dünyayı bütünlüğüyle kavrayabildiği zaman işlevsel ve kalıcı bir eser bırakabilir. Günümüzün bilim ve sanatının anlıksal ve geçici olması bu nedenle şaşırtıcı değildir. Müziğin kendisinden başka her şeyi gösteren bir toplumsal ritim olmaya indirgenmesi, yalnızca müzikle ilgili bir sorun değildir; felsefenin ve bilimin genel teknisyenleşmesinin sonucudur.
Bu tükenişin ve karamsarlığın dünyasında müzikle yeniden bir yolculuğa çıkmanın zamanıdır. Düşünceyi derinleştirmek, bilgiyi çoğaltmak müziksiz olmaz.
İndirgenmiş eğlence işlevine boyun eğmeyen müzik...
1 İbn Sina (2004). Mûsıkî, Litera Yayıncılık, İstanbul.
2 René Descartes (1987). Abrégé de musique: Compendium Musicae, Presses Universitaires de France, Paris.
3 Jean-Jacques Rousseau (1780). Collection complète des œuvres, vol.8, [“Dissertation sur la musique moderne”], Du Peyrou/Moultou, Cenevre, 233-353.
4 Max Weber (1998). Sociologie de la musique. Les fondements rationnels et sociaux de la musique, Métailié, Paris.
5 Theodor W. Adorno (1979). Philosophie de la musique moderne, Gallimard, Paris.