Müzik diğer sanatlar arasında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Bu saptama, duygusal, öznel, müzik-perest bir fanatizmin ürünü değildir. Müzik, diğer bütün sanatların aksine, bedenselleşemeyen bir estetik nitelik arz eder. Doğası gereği, somut bir varlığı olmayan tek sanatsal ifade biçimi müziktir. Bu hiçbir sanata benzemeyişin temel nedeni, müziğin plastik bir var oluş kipi olmamasıdır. Diğer bir deyişle, müzik kısa süreli bile olsa somut bir varlık olarak cisimleşemez; zira müzik seslerin sistemleştirilmesinden oluşur. Ses ise fiziksel anlamda titreşimden ibarettir. İleri teknoloji ve bilimsel bilginin hızla gelişmesi, gözlemlenebilen evrenin sınırlarını her geçen gün genişletmektedir. Bu akıl almaz ölçekteki uzay büyüklüklerinin ve onların içerdiği çok çeşitli kozmik oluşumların gözlemlenmesi, aslında titreşimlerin kayda geçirilmesi olarak düşünülebilir; evreni keşfetmemize neden olan araç ve yöntemler ışık kadar sesin de titreşimlerini kayda geçirme esasına dayalıdır. Böyle bakıldığında, sesi evrenin tözüne içkin en temel iki varlık biçiminden biri olarak tanımlayabiliriz. Ancak ışıktan farklı olarak, ses kulağa hitap eder; bu nedenle gözlemlenebilir görsel bir varlığı yoktur. Işığın tezahürleri ise görece kalıcı ya da cisimleşmiş varlıklara dönüşebilir. Işığın temsilleri, farklı malzemelerle somut ve kalıcı imgelerde sabitlenebilir. Işık, kendinden faklı maddi düzlemlerde sabitlenebilir. Örneğin ışığın insan gözünün algıladığı tayf içindeki görünümlerini, bir ressam, tahta çerçeve, bez, yağlı boya gibi malzemelerle sabit kılabilir. Böylece ışık, kendi doğal var oluşunun dışındaki madde aracılığıyla imgeleştirilerek göreli bir sabitliğe kavuşur. Bu şekilde en büyük gök cisimlerinden yeryüzündeki en küçük somut varlık biçimlerine kadar, ışık cinsinden var olan şeyler, zaman-mekân boyutunda göreli de olsa sabit bir konumda var olabilirler. Ayrıca ışık cinsinden var oluş, kendinde somut bir özellik arz eder; ışığın imgeleri, kendilerine özgü bir var oluş biçimi de arz ederler. Bir kez tabloya ya da heykele dönüşmüş olan ışık imgesi, artık ışıktan bağımsız ve cisimleşmiş özerk bir var oluş biçimine dönüşür. Bu ise, resim ya da heykel sanatının nesnesinin somut varlıklar olmasını sağlar. Ancak müzik söz konusu olduğu zaman, böyle bir cisimleşme mümkün değildir; zira ses doğası gereği uçucudur.
Müzik, doğadaki sonsuz ses konumlarından (frekanslar) bazılarının (pek azının), insan iradesiyle, doğada olmayan bir düzen içinde yeniden dizilmesi sonucu oluşur. Doğadan alınıp doğal olmayan bir şekilde yeniden tanımlanan ilişkiler düzeni (ses sistemi), yine insan iradesinin ürünü ve insanın, var oluşuna anlam katma çabasının simgesel ifadelerini (ezgi) belli bir düzen içinde örgütler. Benzer bir çabanın ışığın temsillerinde de görülmesine karşın, müzikal ifadeyi zaman-mekân eksenlerinde maddileştirmek olanaksızdır. Müzik yalnızca anda var olur. Bu an ise mutlak değil, öznel algılayışlara göre değişen bir görelilik arz eder. Bununla birlikte, her bir öznelik için an ne ifade eder ve ne kadar uzun hissedilirse hissedilsin, sonuçta mutlak şimdiki zaman cinsinden bir var oluştur. Müzikle kurduğumuz bilişsel ilişki, ardışık anların tortularından oluşur; böyle bir deneyim ne kalıcıdır ne somut bir varlıkta cisimleşebilir. O yüzden müziğin, ışık temsillerinde olduğu gibi, somut ve özerk bir biçimi yoktur. Müzikle ilgili cisimleşmiş şeyler, onun kendi varlığıyla değil, ona dışsal olanlardır. Örneğin müziğin yazılı hâldeki temsili olan partisyon, müziğin kendisi değildir; onun mümkün temsillerinden biridir. Ancak bu temsil, onun özünün dışında konumlanır. Özetle, müzik varsayımsal bir şimdiki zamanın dışında hiçbir varlığı olmayan bir ifadedir.
Müziğin anda var oluşu, onu hem kırılgan hem güçlü kılar. Müziğin anlıksallığı, onu var olmakla yok olmak arasında bir geçici, uçucu (efemera) konuma yerleştirir. Müzik, yalnızca tek bir anda var olması nedeniyle dinleyenin zihninde sürekli olarak varlığı belirsiz bir olgu hâline gelir. Bu özelliğiyle, müzik, yalnız kendininkini değil, genel anlamda varlığı sorgulayıcı bir potansiyel barındırır. Bütün iktidar biçimlerinin ondan az ya da çok çekinmesinin başlıca nedeni böyle tekinsiz bir varoluş kipine sahip olmasıdır; bilindik olduğu kabul edileni, kendi uçucu niteliğiyle sorgulanır hâle getirilir. Dinleme eylemi sırasında müziğin bütünsel algılanışıysa bir yanılsamadan ibarettir; zira müziğin dinleyici zihnindeki bütünselliği, tekil anların ardışık bir şekilde sıralanmalarının yol açtığı düşünsel bir tortulanmadan başka bir şey değildir. Müziğin bütünsel olduğunu varsayar, onu öyle hayal ederiz. Oysa o, yalnızca yoğunlaşmış bir şimdiki zamanda var olur. Diğer yandan müzik, var olduğu anda yok olması sayesinde hiçbir sanatta bulunmayan bir güce sahip olur. Müzik, doğasındaki akışkanlıkla mekâna sızar; üstelik birçok durumda, dinleyenin (ya da işitenin) iradesinin üzerinden bir şekilde mekânı, bir çeşit mimari bileşen ya da bizatihi başlı başına bir mimari olarak kuşatır. Hatta bununla da kalmaz; müzik mekânı yeniden inşa eder. Herhangi bir mimari varlık, müziğin sızmasıyla bambaşka bir anlam düzlemine dönüşür. Üstelik mekânı deneyimleyen her farklı özne için ayrı bir mimari örgü sunar. Böylece mekân, kendi ontolojisinden sıyrılıp müziğin hükümranlığı altına girer. Belli bir mekânı, çoğu zaman onu deneyimlediğimiz andaki müzikal dokuyla belleğimize nakşetmemizin nedeni budur. Diğer yandan müzik zamana da sızar; salt âna odaklanan bir zaman-karşıtı varlık olmasına karşın, süreğen zamana, yani bizatihi zaman mevhumunun kendisine yayılır; çünkü anda var oluşu, sürekli yinelenerek onun sonsuza kadar uzanabilen akış hâlini belirler. Müzik yapmak ya da müzik dinlemek olarak adlandırdığımız deneyim, bu bitiştirilmiş anları karmaşık bir doku içinde buluşturma etkinliği olarak tarif edilebilir. Müziği kurgulayan kişi (bestekâr, kompozitör) onun hem mimarisini hem zamansallığını özgün bir tasarım hâline getiren bir eyleyicidir; müzikal ifadeyi zaman-mekâna yayılan bir mimari olarak birlikte (com-) yerleştirir (-pose). Müziği icra eden kişi, bu varsayımsal mimarinin sesten bir ifadeye dönüşmesi için gerekli aracıdır. Müzik varsayımsaldır; çünkü yazılı hâldeyken henüz müzikal ifadeye dönüşmemiştir. Eğer müzik yazılı olarak bestelenmemişse, bu kez bellekten sese çevrilmesinden söz edilebilir. Bununla birlikte, müzisyen de estetik ifadenin oluşmasında irade sahibidir; biçim verme (-form) becerisi üzerinden (per-), bestekârın zihinsel bir tasarımı olan eseri nihayete erdirir (per-form). Dinleyiciye gelince; o da önce tasavvur sonra icra düzeyinde somutlaşan ses inşasını kendi öznelliğinin cinsinden (bireysel anlam), ama toplu bir anlamlandırma çerçevesinin (kolektif anlam) sınırları içinde zihinsel bir ürüne dönüştürür. Böylece müziğin en soyut tasarımından en somut alımlanmasına uzanan süreç tamamlanır. Ancak burada müziğin diyalektiği kendini gösterir: En bütünsel olduğu biçim, onun en soyut olduğu hâl iken (partisyon), en parçalanmış hâli onun en somut olduğu dinleme ânıdır. Yine, partisyonun elde tutulabilir, tamamına göz atılabilir, bir nesne olarak saklanabilir plastik bir varlığı söz konusuyken, müziğin kendisi, ses olarak gerçekleştiği aşamada yalnızca salt anda var olur; varlığıyla yokluğu aynı anda çakışır. Sonuç olarak müzik ancak fenomenolojik anlamda var olan, diğer bir deyişle ancak belirirken sezilebilen, yapılanamayan, bu nedenle duyularla daha iyi somutlaştırılan bir olgudur. Müziğe ilişkin birçok yapılanmış boyut elbette vardır. Beğeni kalıpları, estetik uzlaşmalar, ölçü araçları, değerlendirme normları, müzik ekseninde kurulan insan ilişkileri, akademik yapılar, siyasi işlevler, ideolojik yananlamlar, dinleme ritüelleri vb. olgular, müzik etrafında oluşan toplumsal yapılanmalardır. Ancak müziğin kendisi, yapılanamadan yok olur. Müziği sevmek, yazmak, icra etmek, onun hakkında konuşmak, vb. etkinlikler, hep onun yokluğunda hissettiğimiz arzulama anlarıdır. Bir senfoni ya da mevlevî ayini bestelemek, icra etmek ve dinlemek, müziğin, var olduğu anda yok olacağını bilmenin tatmin edilemez arzusuyla beslenir. Oysa bir tablonun karşısında saatlerce kesintisiz olarak onun plastik varlığına bakarak durabiliriz. Müzik ise kendi ontolojik yok oluşundan beslenir.
Müziğin bu benzersiz özelliği, onu her yerde mevcut, hiçbir yerde olmayan bir ikili var oluş rejiminde tanımlar. İşte bu ikilik, mutlak şimdiki zamanda, bedenselleşmemiş, uçucu var oluş, müziğin anları mühürleyen kudretini ona kazandırır. Müziğin bireysel ve toplumsal hayatımızda özel anlamlar kazanması, eşlik ettiği deneyimlerin derinine sızmasıyla mümkün olur. Yalnızca duygu-yoğun anlar değil, tarihe not düşme anlamındaki işaretlemeler de müzik aracılığıyla gerçekleşir. Hatta müzik, bireysel ve kolektif yaşantılarımızda kritik anları, bazen hiç değişmemecesine derinden damgalar. Yıllar boyu dinlediğimiz, farklı bağlamlarda farklı anlamlar atfettiğimiz bir müzik eseri, hayatımızın çok belirleyici bir ânındaki mevcudiyetiyle sonsuza dek o ânı kilitler. Özellikle duygu-yoğun anlar böyle zaman birimleridir. Büyük mutluluklar, ama daha ziyade büyük travmalar, bir kez müzikle işaretlenmeye görsünler, ömrümüz boyunca her yinelenmelerinde, o ânın, belki belleğimizin kaydedemeyeceği kadar derin kazınmış kayıtları hâline gelirler. Artık o müziği işittiğimiz zaman, o ânı hatırlamaktan kaçamayız. Bazen ruhumuza güzel bir anının tortusu yayılır (“gözlerin gözlerime değince”); bazen derin bir travmanın acısı (“felaketim olurdu ağlardım”)…
Müzik ânı damgalamakla kalmaz; onu, bir daha açılmamak üzere kapısı balmumuyla kapatılan firavun mezarları gibi mühürler. Müzik kadar ânı mühürleyen tek bir işaretleyici vardır: Koku. Kokunun zihinsel izi, ânın anısını sonsuza dek kendine ait kılar. Bununla birlikte, ânı mühürleme konusunda eşdeğer işleve sahip olan müzikle koku arasında çok temel ontolojik bir fark vardır. Koku, insan beyninin en ilkel çekirdeğine, müzik en gelişkin katmanına hitap eder. Koku sürüngen beyninin kalıntılarına, vahşetin ve içgüdülerin gizli sığınağına (amigdala, olfactor bulbus…), müzik ise düşünsel yetkinliğin seçkin konağına (korteks) eklemlenir. Ânı mühürleme yetisine sahip iki uyaranın, birbirinin tam zıttı yönde yer alması bizi şaşırtmamalı; insan var oluşu, en ilkel sürüngen itkilerinin boyunduruğunda kalan tutku esaretiyle en incelmiş estetik ifadelerin tasarlayıcılığı arasında bir salınımdan oluşur. Ancak Aristoteles’in tarif ettiği gibi, insan bir ahlâki aktördür; doğanın vahşi varkalım çağrısından kendini sıyırdığı, düşünsel bir yetkinleşmeyle kendini ehlileştirebildiği ölçüde yetkinleşir. Bilen (sapiens) özne olmanın bedeli, düşünsel bir derinlikte varlığının anlamını sürekli olarak yeniden sorgulayarak simgesel değeri olan eserler bırakmaya çalışmaktır. İşte müzik, bu nedenle insanın var oluş mücadelesinde en vazgeçilmez yön gösterici ve ifade aracıdır. Anları müzikle mühürlemek anı biriktirmenin en seçkin yollarından biridir. İnsan anı biriktirerek hayatını bir anlam matrisi hâline getirir. Müzik bu zorlu yolculuğun en sâdık ve en şaşmaz rehberidir.
Tutkulu bir öpüşmenin tadı zamanla yok olur gider. Bizi kalbimizden hançerleyen bir acı olayın tortusu zamanla sönümlenir. Ancak bu anlar, müziğin mühürlemesiyle duygu belleğimizdeki kazınmış yerlerini alırlar. Aşkın acısını mazoşist bir şekilde sürekli yeniden canlandırmamıza olduğu kadar, ölümün acısının istemsiz geri gelişlerini yatıştırmamıza da müzik güçlendirici bir etki yapar. Müzik anda var olur; mühürlenmiş anda kalbimizin yaralarını kanatır; kanayan yaraları sağaltır.
Müzik ânı mühürler.
ALİ ERGUR