Çok severim Kavafis’in şiirlerini. Yaşadığı farklı coğrafyaların insanlarında birikmiş hüzünleri kendi üzerinde toplamıştır sanki. Doğunun ve batının duygularını harmanlar kendisinde. Yeri geldikçe yinelerim o dizeleri. “Barbarları Beklerken”in bitimine bakar mısınız bir:
“ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
Peki biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”
Toplumun sorunlarını çözmek amacıyla yönetime geçenlerin kendi çıkarları için nasıl bir dış düşmana gereksinim duyduklarını güzelce özetler ozan. Hırsızlık ve kayırmacılık için yapılan işleri rahatça örtbas edebilmek için söylenen yalanlar bile “takiyye” gibi Arapça sözcüğün arkasına gizlenerek ona kutsal bir hava verilir. Nasılsa Arapça’ya öyle bir anlam yüklenmiştir. Onu dinleyen kalabalıklar ne olduğunu anlamayacaktır. Böylelikle bilisiz halkın gerçekler dünyasıyla doğrudan ilişki kurmalarının önü kesilmiş olur.
Bu ve benzeri uygulamalar yapıla gele gele artık yerleşik bir kurala dönüşmüş durumda. Bizim gibi sıradan halk hep bir dış düşman tehlikesinin varlığıyla içimize kapanırken onlar kendi işlerini ustalıkla yürütmekten geri durmazlar. “Usta” olduklarını biliriz bilmesine de onu, başkalarının marifet sayması nasıl bir aymazlıktır?
Geçmişten beri gelen bir anlayış bizimkisi. Öyle bazı tepkiler var ki, farklı dönemlerde değişik biçimlerle karşımıza çıkıyor. Kabul etmek gerekir ki bu yöntem iyi bir çözüm yolu. Bu dönemin dış düşmanı, eskimeyen bir kavram olan Yahudilik. Özellikle arap dinciliğin yükseldiği zaman aralığında iyi işe yaradığı söylenebilir. Arap dinciliği derken, burada birbiri içinden doğan üç aşama söz konusu. Tarihsel süreç içinde Musevilik dinini başlangıç kabul edersek arkası sıra gelenlerin ondan bazı kurallar aldığı ortaya çıkar. Ancak sonradan gelen önderler kendi egemenlik alanlarını koruma adına öncekileri düşman bellemeği yeğlemiştir. Benzerine günümüz politik olaylarında tanık olduğumuz durum da bundan başkası değil. Yeterince güçlenen kişi, o güne değin işbirliği yaptığı ortağını bir kalemde silmeyi göz almakta. Bunu yaparken bir yandan kendi egemenliğini sağlamlaştırırken öte yandan yarattığı dış düşmanla içerde baskılamayı başarmaktadır.
İşte bizdeki belli çevrelerde sürekli gündeme getirilen Yahudi düşmanlığının gerisinde yatan asıl nedeni burada aramalıyız. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında herkesi kapsayıcı bir anlayışla uygulanan politikalar gereği ülkesinden kaçan yabancıların yurdumuzu vatan bilmelerinin gerisinde bu duygu yatar. Kendi alanlarında başarılı olmuş birçok bilim adamı ve sanatçı cumhuriyetin çağdaşlaşma ülküsüne katkıda bulunmuştur. Orta doğuda çağdaş bir ülkenin öteki aşiret devletleri için kötü bir model olacağı endişesi içindeki emperyal güçlerin güdülediği Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), sonrasında Genişletilmiş Orta Doğu Projesi (GOP) benzeri oyunların içine itilerek batı uygarlığı yolundan döndürüldü. Sözde eş ve ek başkanlık gibi nitelemelerle yürütülen politikalarla ülkenin başındaki aydın kadrolar temizlenip yerini arap ideolojisiyle yetişmiş yeni bir gruba bıraktı. Özerklik ve yerinden yönetim gibi uygulamalar ortadan kaldırıldı. Her şeyin tek merkezden ve tek kişiden buyruk aldığı, otoriter bir yönetimin doğumu böyle sağlandı. Artık dost ve düşmanlarımızı bize öğretecek yeni ilahlarımızın ortaya çıkışı da bu bağlamda olmuştu. Özellikle bugüne uzanan yolun taşları 12 Eylül 1980 darbesiyle döşendi. Kenan Evren konuşmalarında Kuran’dan cümleler okudu, helikopterlerden halkın üzerine Kuran cümleleri olan yazılı kâğıtlar attırdı. (Daha önceleri CIA, balonlarla Sovyet toprakları üzerine İncil’ler attırmıştı. Rastlantı işte. Arjantin’de Juan Peron, kuzeyinden aldığı destekle darbe yapıp başa geçince ilk işi anayasaya zorunlu din derslerini koydurmak olmuştu. Bizim Peron’umuz da aynı işi yaptı. Bu da yalnızca basit bir rastlantı!)
Sözü fazla dolandırdım galiba. Ama yaşadığımız günleri anlayabilmek için bunları bilmek gerekiyor. 12 Eylül darbesinin uygulamaları sonucu üniversitelere yerleştirilen yeni kadroların nasıl bir insan modeli amaçladıklarını bugün daha iyi görebiliyoruz. Bunların içinde ayrıştırmacılık var, tek tipleştirme var, ümmetleştirme var. Çağdaş düşünce yok ama. sorgulayan ve araştırana yer yok.
Bunun en tipik örneği 2002 yılında yaşanan bir olay. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölüm Başkanı Prof. Salih Akkaş’ın emriyle Ahmet Adnan Saygun ve Devlet Konservatuarını kuran, Gazi Eğitim’in müzik bölümü şefi Alman besteci Prof. Eduard Zuckmayer’in yapıtları, kitapları ve el yazması nota defterleri bahçede yakılmıştı. (Cumhuriyet, 16 Mart 2002) Ayrıca müzik bölümü önündeki Zuckmayer büstü de parçalandı. Belgelerin yakılma gerekçesi oldukça ilginç. Söz konusu belgelerin bulunduğu oda “sigara odası” yapılacağı gerekçesiyle boşaltılacaktı.(!) Oysa, o ufak tefek ve yüzünden gülümsemesi eksilmeyen büyük usta Zuckmayer Türk müziği üzerine ne denli araştırmalar yapmıştı. Orkestra önünde piyanosuyla çok sesli müziğe uyarladığı “Balıkesir Bengi Havası” ve benzeri parçaları dinlediğim günler geldi gözümün önüne.
Karşımızda iki dönem ve iki ayrı model beliriyor şimdi. Birisi, ülkesinde yaşam olanağı tanınmadığı için her şeyini bırakıp yurdumuza sığınmış bir sanatçı. Üstelik yeni yerinde o ülkenin müziğini araştırıp geleneksellikten çağdaşlığa taşıma işlevini üstlenmiş. Öteki başına geçtiği kurumun sanat bölümünü yönetme savındaki bir 12 Eylül akademisyeni. O günlerin söylemleri arasında yer alan, Zuckmayer’in Yahudi asıllı olduğuydu. Almanya’da Hitler’in Yahudi kıyımından kaçan sanatçı, gün gelip burada benzerlerinin nefret söylemleriyle karşılaşacağını kestirememiştir şüphesiz. Sanat bölümü yöneticisi ve üniversitenin anlamına uyan evrensel bilgiye sahip olma gibi kavrayıcı bir dünya görüşünden yoksun olmak ancak böyle bir düzenin ürünü olmakla açıklanabilir sanırım.
Bugün geldiğimiz noktada kültür ve sanata karşı yapılan sistematik saldırıları gizleyebilmek için dış düşman Yahudilik olgusunu iyi anlamak gerekiyor. (Kuşkusuz onların iyi ya da kötü olduğu değil konumuz. Onları ve dünyanın öteki devletlerini/halklarını bu anlamda sınıflandırmak ayrı bir bakış.) Bilisiz yetiştirilen kalabalıklara “dış düşman= Yahudiler” anlayışını şırınga ederek onları ortaya saldıktan sonra sen orada oturup üreticinin yerli tohum kullanmasını yasaklayan kararnameler çıkaracaksın. Ülkem insanı bilmez ki, kullanılan tohumlar İsrail’den alınır. Tüm önemli askerlikle ilgili stratejik ortaklıklar onlarla gerçekleştirilir. Ama sokaktaki yığınlar bu çelişkinin ayırdına asla varamazlar. Çünkü çağdaş eğitimin olmazsa olmaz kuralları onlara uzak tutulmuştur. Onlar için hep karşılarında bulunması gereken bir düşman olması en iyi çözüm yolu. Kavafis’in dediği gibi “onlar, sorunlarımızın çözümü konusunda en iyi çaredir.” Kültür ve sanata düşmanlığın gerisinde yatan nedenleri burada aramalı bence.