Bizim de içinde yer aldığımız Ortadoğu bölgesinin kendine özgü bir düşünsel iklimi var. Bunu söylerken öteki geri kalan bölgeleri yok saydığımız anlaşılmasın. Ancak bizi ilgilendirdiği için öncelik burada şimdilik.
Nedir öyleyse o düşünsel iklim?
Kültürel yapısının çok köklü oluşunda kimsenin kuşkusu yok. Geçmiş uygarlıkların zengin birikimleri ve bunların günümüze gelen kalıntıları izleyenleri şaşkınlığa uğratmaya devam ediyor. Ancak, onca büyük geçmişin içinde yeşeren bazı eğilimlerin günümüze değin sürdüğü de yok sayılamaz. Buradaki eğilim adı altında değinilmesi gereken sorunları açıklamadan önce geniş bir bakış açısı altında genel bir düşünce alıştırması yapmak daha yararlı olacak gibi.
Coğrafyanın, üzerinde yaşayan her canlının yapısını biçimlendirdiği bilinen bir gerçeklik. Dünya üzerinde bulunulan yerin yâni fiziksel ortamın, iklimle birlikte üzerinde yaşayan bitki ve hayvan türlerini belirlediği gerçeğini bir yana not edelim. Adına kültür dediğimiz kavram işte bu ortamda yaşayan insanların yaşarken ve sonrasında bıraktığı her tür davranış ve düşünce biçimi olduğunu unutmamak gerekiyor. Başka bir anlatımla, insan bilincini oluşturan soyut kavramların dayanağı içinde yaşanan ortamın fiziksel yapısından yola çıkarak kurgulanan düşünce sistemidir. Farklı alanlardaki kültür değişmelerinin gerisinde yatan neden bundan başkası değil. Gündüz ve gece arasındaki ısı farklılığının yüksek olduğu karasal iklimin bölgenin hayvan (fauna) ve bitki (flora) yapısını belirlediği göz önüne alındığında, insanın böyle bir oluşumun dışında kalması düşünülemez. Söz konusu büyük ölçekli ısı farklılığı insanda nasıl bir sonuçla ortaya çıkar? Tarihte ve günümüzdeki uygulamalarda sorunun yanıtına ilişkin izleri sezebiliriz. Doğadaki soğuktan sıcağa hızlı geçişin, davranışlarında ara değerlerin kaybolduğu ve ani tepkilerle kendini gösteren bir insan kişiliği yarattığını göz ardı etmemeliyiz. Olaylar ve düşüncelere karşı geniş pencereden bakmayı yeğleyen hoşgörü yerine kökten tepkiler gösterilmesini bu bağlamda düşünmek çok mu yanıltıcı olur?
Yine bir başka yön, bilincin oluşumunda çevreyle birlikteliğin önemli olduğu yönünde.
Çölün fiziksel yapısı gereği biçimlenemezliği (amorf) ya da sürekli biçim değişikliğini düşünsel alana geçirdiğimizde karşımıza çıkan sanat anlayışının belirgin bir adı olduğu bilinir: Arabesk. Sözcüklerin durduğu yerde türemediği gerçek. Onun doğması var olan bir durumun ya da olgunun adlandırılmasından başka bir şey değil.
Arabesk denen girişik bezeme örneği motiflere bakıldığında ne demek istendiği açıkça anlaşılır. Başı ve sonu olmayan, tam bittiği sanılan noktada yeniden başlangıç noktasına ulanan bir motifin sonsuz yinelenmesinin, kumun sürekli değişkenliğiyle dolaylı da olsa ilişkisi göz ardı edilemez. Bu yapının/sistemin felsefedeki karşılığına mistisizmi koymak çok mu uç bir bakıştır? Kendi sorusunun yanıtını yine kendi içinde arayan, böylelikle sonsuz devinimin yollarında kaybolan bir düşünceye başka bir ad verilebileceğini sanmak yanıltıcıdır. Belki metaforik bir bakış açısı ama geniş ölçekte düşünüldüğünde pek de akla aykırı gelmeyecek bir tez bu. Anılan nedenlerden ötürü olsa gerek Ortadoğu’da eski dönemlerden beri metafizik felsefe değişik kişilerin önderliğinde farklı adlarla topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Sonra gelenin öncekinin ilkelerinden yola çıkarak ama öncesini düşman bilerek yadsıması alışık olduğumuz bir davranışın dışavurumu. Özellikle köleci dönemin izlerini taşıyan bu görüşler, o günlerin doğal yapısı gereği kadın bedeni üzerinden politika yapmayı pek severler. Çünkü ilkel toplum dönemi kalıntısı anlayışa göre kadın, erkek için üretilmiş bir araç-varlıktan öteye geçmez. Ona sahip olmanın, herhangi bir eşyayı sahiplenmek benzeri anlayış olduğuna kimsenin kuşkusu yoktur. Ayrıca erkek için, toplumdaki varlığını koruyucu, güvenceye alıcı bir ek sigorta işlevi gördüğü de yabana atılır bir görüş değil.
Bu nedenlerden ötürü tüm etik değerler kadın üzerinden öne sürülür. Ve bu aşamada ilk öne sürülen de kadın olur. Doğrusu istenirse, onun için bir eklenti değer olarak üzerine iliştirilen kavramlar bütünü erkeğin zayıflığını imler. Öyle ya, erkek en kolay “tahrik olan” bir varlık. Üstelik “kusursuz” bir üstvarlık. (Çelişkinin büyüğü!) Bu sınırlanamaz gücün tüm suçunu kadının “kendiliğine” yüklemek erkeği gelecekteki olası sorumluluktan kurtaracaktır. Sıra söyleme geldiğinde tüm pratikteki ikincilliğine karşın kadının yüceliği ve kutsallığı konusunda kimselere öncelik hakkı tanınmaz. Bu açıdan bakıldığında hep ikiyüzlü bir gerçeklik çıkar karşımıza. İki yüzün birinde sanal bir yüceltme, diğerinde baskılama ve aşağı görme duygusu öne çıkar. Dahası günah olgusunun dayandırıldığı bir kaçış noktasıdır kadın. Anılan nedenlerle uygulamaların hep bu ikinci şıkta olduğu, Ortadoğu coğrafyasında net olarak görülür.
Peki öyleyse nedir bu ikili oyun?
Bu ve benzer söylemlerle eve kapatılan kadının söz konusu ideolojiye bağlanarak, yetiştireceği çocukları aynı doğrultuda etkilemesinin yolunu açmaktır kanımca. Kuşaktan kuşağa aktarılması gereken mitsel söylemlerin kulağa fısıldanacağı ilk yerin ana kucağından başka bir yer olamayacağını bilir onlar. Eve kapatılan kadın için egemen arabesk düşüncenin yayıcılığını üstlenmekten başka yol bırakılmıyor sistemde.
Biraz karmaşık gibi olsa da buradaki anlatımla tanımlanmaya çalışılan düşünsel yapı yaşadığımız dönemi ve toplumu açıklamaya çalışır. Bu ideolojiye bağlı olarak üretilen bir yığın kavram, bizlerin karşısına “müstehcen”, “genel ahlâk” benzeri sözcüklerin gerisine gizlenmiş dayatmalarla çıkmakta. Sanırım heykel düşmanlığının gerisinde yatan aynı kaygıdan başkası değil. Çöl kumunun ele gelmez, kavranamaz ve biçimlenemez yapısı karşısına bir kitle durumunda somutlaştırılmış heykeli çıkarmak o düşünceyi taşıyan kişiler için bağışlanamaz bir davranıştır. Bu sanat dalında olsun, resimde olsun insan bedeninin (hele de kadın bedeni) yasaklanmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki?