Bunaltan sıcakların tam ortasındayız. Uzun süre soğuklardan yakınan bizler şimdi de bu yeni durumdan kurtulmanın zamanını bekliyoruz sanki. Yavaşlatılmış bir yaşam temposu içinde düşünceler oradan oraya savrulmakta. Doğadaki değişimler üzerine düşünceler kopuk kopuk. Sözgelimi, dünyayla güneşin konum açısından ilişkisini, kestirmeden, mevsim diye adlandırmanın bir bakış açısı olduğu geliyor akla.
Öyle ki, bu yeni duruma göre, hava koşullarındaki değişimlerin insan yaşamı üzerindeki gözle görünür etkilerini herkes bilir.
O farklılıkların neler olduğu sorunu ayrı bir konu. Çünkü işin bir de tinsel durumu var.
İnsan, kendisini kuşatan dış ortama göre kimi duygularla donanır. Biraz dolaylı gibi görünse de, dış etkenlerle birlikte değişime uğrar. Hava koşullarına en uygun yaşama ortamını hazırlar.
Bu arada, bireysel bağlamda yaşananları unutmamak gerek. En azından, çevresiyle ilişkileri bile ne çok değişimlere uğrar insanın. Bireysel ölçekte, korunma amaçlı yapılan düzenlemeleri bir yana ayırdıktan sonra yeniden öteki boyuta geçecek olursak, mevsimsel etkiler çevresinde dolaylı da olsa duygusal değişimler yaşanması kaçınılmaz gibi. Örneğin, sonbaharın hüznünü başka nasıl açıklayabiliriz sonra? Ya da yaz mevsiminin, insanı dışa çağıran davetini? Kimi zaman bunaltan havasını?
Örnekler çok.
Ama unutulmaması gereken, değinilen ortamın, bireyler üzerinde ayrı ayrı kişisel sonuçlarla ortaya çıkması.
Hangi mevsimde bulunduğumuza bağlı olarak ruhsal yapımızda görülen değişimlerin kişiden kişiye görünüşleri, biraz da toplumsal ortamla bağıntılıdır sanki. Burası işin duygusal boyutu oluyor sanırım. Ve olaya duygu kavramı girdiğinde, ister istemez sanat gelir aklımıza.
Sanatçı, yaşanan anlara kendininkileri de katarak yeni bir bileşimle o duygu karmaşasını izleyicisine sunar. Bu bakımdan sanat yapıtı zamanının tanıklığını üstlenmiştir dense yalan olmaz.
Nedeni açık.
Yaşarken ayrımsamadığımız birçok durumun kalıcılığa geçmesi onun sayesinde olmuştur da ondan.
Bu noktadan bakınca, farklı toplumlar arasındaki benzemezliklerin sanat yapıtında baş köşeye gelip yerleşmesi kaçınılmaz oluyor. Başka bir anlatımla, toplumlar arası koşullar bakımından eşzamanlılık diye bir durumun varlığını görmek düş gibi gelir.
İşin burası çok bilinmeyenli bir denklem.
Mevsimler, toplumsal koşullar, insanlar derken birçok kavramın üst üste gelmesiyle ortaya çıkan kargaşanın temelinde iki resim yatıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse yukarıdaki düşünceleri çağrıştıranlar onlardı. İlk bakışta birbiriyle ilintisiz gibi görünse de onları birleştiren ortak bir temanın varlığı gerçek.
Birincisi Avrupa anakarasındaki sanayi devrimi sonrası varsıllaşan toplumun insanlarını betimliyor. Sanayileşmeyle birlikte üretimin biçim değiştirerek artması, sermaye birikimini de hızlandırmıştı. Buna üçüncü dünya ülkelerindeki doğal kaynakların sömürülmesini eklediğimizde ortaya bir refah toplumunun çıkması sürpriz değil. Bu yeni yaşam biçimi kendi kültürünü yaratmakta gecikmeyecektir. Çalışma zamanları dışında danslı eğlenceli partiler, müzikle değerlendirilen saatler önemli bir yer kaplıyor. Giyim kuşamlarıyla, yüzlerine yansıyan mutluluk çizgileriyle kaygılardan uzak, rahat bir toplum görüntüsünü yansıtmış sanatçı. Açık ve güneşli havada ağaç gölgeleri altında gerçekleşen danslı toplantının coşkusu yüzlere vurmuş. Bahçedeki sokak lambalarına bakılırsa söz konusu alanın bu tür etkinlikler için ayrıldığı bir yer olduğu düşünülebilir. Renoir’ın 1876 tarihli “Moulin de la Galette” adlı yapıtı bir noktayı daha öne çıkarıyor.
Batı toplumunun kadına bakış açısını.
Doğu anlayışının hele de Ortadoğu’nun kadın anlayışı belli. Farklı adlarla ortaya koydukları ideolojilerinde kadın, erkek için ve ondan geride bir varlık olarak tasarlanmıştır. Eşitlik gibi bir kavram zaten söz konusu değil.
Sanatçının resmini yaptığı yılın tarihine bakılırsa tam da Avrupa’daki sanayi devrimi sonuçlarının alınmaya başlandığı dönem olduğu görülecektir. Aynı zamanda bilimsel buluşların, kültürel aydınlanmanın önem kazandığı yıllar.
Geçerken, sanatçı Pierre Auguste Renoir’in (1841- 1919) Fransız İzlenimci (Empresyonist) resim anlayışının önde gelen adlarından biri olduğunu anımsayalım.
Yukarıda, toplumlar arasında eşzamanlılık diye bir kavramdan her zaman söz edilemeyeceğine değinilmişti. Tam da buna uygun olmak üzere bizden bir resim var sırada. Namık İsmail’in (1890- 1935) “Harman” adlı tablosu Renoir’in yapıtından 47 yıl sonra, 1923 yılında yapılmış.
İki resim arasında kurulabilecek tek ilişki, tematik anlamda ikisinin de yaz mevsiminde geçiyor olmasından başkası değil. Bizim sanatçımız da resim eğitimini Paris’te görmüş. İzlenimcilikten Dışavurumculuğa (Ekspresyonizm) değin farklı anlayışlarda resimler yapmış bir sanatçı. Akademi müdürlüğü sırasında hazırladığı raporlarla yurdumuzda resim eğitiminin tüm okullarda verilmesinin önünü açan bir kimliğe sahip. Ayrıca sosyalist düşünceyi savunan yapıda. Türkiye İşçi Çiftçi Fırkası’nın genel sekreterliği görevini de üstlenmiş.
“Harman resmine baktığımızda yaz mevsiminin kavurucu sıcaklığını duyumsamamak olanaksız. Çiftçinin harmanını kaldırırken kullandığı aracı –öküzü ve döveni- ülkemizdeki üretim biçimi hakkında yeterli bilgiyi gözler önüne seriyor. O kavruk Anadolu köylüsünün yüzündeki derin çizgili acının anlamını söylemeye gerek bile yok.
Aradan geçen yarım yüzyıla yakın bir zaman aralığına karşın sanayileşmenin neresinde durduğumuz açık. Günümüzde kimi yöneticilerin hayranlık duyduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’da yarattığı insan modelinin net bir görüntüsü var burada. Batılı yönetimlerin kendi toplumları için öngördüğü yaşam modeliyle bizdeki saltanatçıların biçimlendirdiği toplum örneğini iki resimde açık seçik görmek olası. Dediğim gibi burada yapılan şey iki resmi sanatsal açıdan karşılaştırmak değil. Onlar üzerinden yola çıkarak iki ayrı kültürün uygarlık yolu üzerindeki duraklarını saptamak. Bilim ve sanayinin gelişmesine olanak sağlayan düşünce sistemlerinin getirdiği kazanımlar sayesinde “birey” kavramının öne çıktığını görmüştük. Osmanlı’nın yarattığı ise geniş topraklar üzerindeki insanları “kul” olarak saymaktı. “Harman” resmi, yapıldığı yıl itibariyle Cumhuriyetin kuruluşuna denk düşmüş. Yeni yönetim, kulluktan devraldığı insanlarımızı çağdaşlık yolunda birey olarak yetiştirme ülküsüyle yola çıkmıştı. Görünen o ki, bu gidişi tersine çevirme niyeti ve çabasında olanlar günümüzde egemen. İnsanlık tarihinin bugünkü noktasında bir saltanatın, ancak bilgisiz insan yığınlarıyla sürdürülebileceğini en iyi o role soyunanların bileceği açıktır.
Sanatta benzer konuda yapıtların sayısı oldukça fazla. Bir kez daha yinelemekte yarar var. Buraya alınan iki resim arasındaki benzerliği yalnızca içerik bağlamında ele alınmalı. Yaz mevsiminin şu bunaltıcı günlerinde iki toplum üzerinden iki ayrı yaşam biçimine göndermede bulundum yalnızca. Elbet örnekler bunlarla sınırlı değil. İstenirse çok sayıda başka yapıtlara ulaşılabilir. Ancak karşılaştırma bağlamında oldukça tipik geldi bu resimler. Yaz sıcaklarında yola çıkarak nerelere ulaştık. İnsan düşüncesi gerçekten de garip. En basit kavramlardan tarihe ve farklı coğrafyalara değin geniş bir turu atıp sonunda yine kendi küçük evrenine dönüyor. Seçimimi öznel bir değerlendirme olarak ele almalı derim.