Bu, Sanattan Yansımalar ailesine giriş yazım olacak. Uzun zamandır hayranlıkla izlediğim kalemlerin yanına ekleniyorum. Sanatta yetkinlik iddiasında asla olamayacaksam da bu yolda yön bulma, heyecanla deneyimleme, yaşamın içine sanatı acemice ama kararlılıkla sızdırma çalışmalarımı yansıtacak bir araca sahibim: Yazmak. ‘Kendimi bildim bileli,’ diye ifade ederim, ancak başkaları da bilmeye başlayalı beri daha bir tutkuyla, disiplinle yazıyorum. Bu sayede de üretmenin doyumunu daha yoğun yaşıyorum.
Hekimim, göğüs hastalıkları uzmanı. Meslekte otuz yılım yakında dolacak. Dolu dolu geçen bu yıllar boyunca, her gün bir öncekinden de fazla severek işimi yapıyorum. Kitaplarım yayınlanmaya başlayalı beri hekim / yazar olarak anılıyorum. Bu ifadeyi her duyuşum onur veriyor. Hem hayatı yazıyorum hem de mesleğimden anları. İkisini dengede tutmaya çalışıyorum. Mesleğimle ilgili yazdıkça, benimle birlikte hastalarım, öğrencilerim, meslektaşlarım da benimle birlikte dönüşüyor. Keza hayata dair yazdıklarımın benzer etkisini okuyucularımdan duyuyorum. Herhangi bir âna bambaşka gözlerle bakıyoruz. Nasıl olduğunu size bir örnekle anlatacağım. Ameliyathanenin kapısını bunun için aralıyorum:
Öyle özel bir gündü ki yazmasam olmazdı Yazma ritmim zaten buna göre belirlendi. İçimde bir dürtü oluyor; bir ses “bunu yazmazsan olmaz” diyor ve ben onu dinliyorum.
Akciğer yıkaması konusunu beni yakından tanıyanların çoğu biliyordur; çünkü onlar, ya anlattığıma denk gelmişlerdir ya da Kalbimiz Attıkça hasta hikâyeleri kitabımdaki ilk akciğer yıkamamın öyküsünü okumuşlardır. Burada söz edeceğim başka bir öykü. Önceki hastalarım şifa bulmuşken, sonraki hastalarım kendiliğinden ya da sadece bir yıkama ile düzelmişken bir hastam, tam da arada kaldı. Epeyce uzun bir zamandır ona sağlık vermek için kaç koldan çabalıyoruz. Akciğer yıkamaları ile rahatlıyordu rahatlamasına, ama bir süre sonra yeniden gereksinim duyuyordu. Bunun üzerine yurt dışından getirtilebilecek bir ilaç için çare arayışına giriştim. Amerika’dan konuyla ilgili bir profesör ile bağlantıya geçtim. Yapılması zorunlu olup ülkemizde bulunmayan kan tetkikinin orada ücretsiz olarak yapılması sayesinde ilacı getirtebildik. Hastam kullandı ve belirgin bir yarar sağlayamadık. Yine aralıklı akciğer yıkamalarına geri döndük. Genel olarak umutluydu. Morali bozulduğunda onu “Üzülme, hiç olmazsa bir seçeneğimiz var; ya yıkama işe yaramasaydı?” diyerek hastamı teselli ediyordum.
Yeniden sıkışmış, bu kez işlemin acilen yapılması gerekmişti. İki akciğer ayrı seanslarda yıkanmalıydı. İlkini yaptığımız günü anımsamak bile istemiyorum. Sonuçta başarıyla hallettik, ama yan sorunlarla uğraşırken ve işlem sırasındaki stresle baş etmeye çalışırken ömrümden ömür gitti. Sinirlerim tepeme çıktı. Tadım kaçtı. Neredeyse bir daha yıkama falan yapmam deme noktasına geliyordum. Gelebilirdim de; onu bu kadar sevmesem, işime bu kadar bağlanmamış olsam, bir insana yararlı olmanın doyumuna bağımlı olmasam… İkinci yıkama için gerekli ayarlamaları yaptım. Öğleden sonra geç bir saate dek hasta randevusu vermedim. Kendimi bütünüyle o günkü yıkamaya odakladım, hazırladım. Sabah çok erkenden ameliyathaneye gittim. İçimdeki coşku ile bir an önce başlamak ve en güzel şekilde yapıp huzurla bitirmek istiyordum.
Hastam, ameliyat odasına sedyede girip de beni orada görünce sevinçli bir şaşkınlık yaşadı. “Sizi burada göreceğimi beklemiyordum,” dedi. Daha öncekilerde de o uyutulmadan yanına geliyordum; hatta ben gelmeden uyutulmasına izin vermiyordu. Ancak ilk kez çağrılmadan, onlardan önce ameliyathaneye gitmiştim. Hatta bir ritüelimiz vardı; ben otomatik kapı yana doğru açıldığında içeri giriyordum; doğru ameliyat masasının yanına gidiyordum. O bana elini uzatıyor, ben ekibin şaşkın bakışları arasında onun elini okşuyorum. Günün havasına uygun bir şeyler konuşurken onun bilinci yavaşça kapanıyor ve genelde son söylediğimiz “uyanınca görüşmek üzere,” oluyordu. Benim onları odada karşılamam, ‘bu sefer bitireceğiz bu işi’ demem ve üstüne de onun söylediklerinin içeriği yaşananları bu kez olayları alışılmışın dışına taşıdı. O, içeri girince beni görmekten nasıl etkilendiyse ben de konuşmamızdan o kadar etkilendim.
Bilincini yitirmek üzereyken bilinçaltından çıkan söz hepimizi üzen bir şaşkınlık yarattı. Hiç beklemiyorduk. Hastam şunları söyledi: “Geçen hafta öbür hastanede bir hastayı kaybetmişlerrrrr…” Aynı tanıya sahip başka hastalarla iletişim hâlinde olması paylaşmak açısından iyiydi, ancak böyle acı haberleri alması kaygı duymasına yol açıyordu demek. Daha önce de olmuştu. Genç bir kadın hastanın öldüğünü duyduktan sonra başka tedavi arayışlarına girmiştik. Bu sefer duyduğu kötü haber bilinçaltında korkuyu büyütmesine yol açmış olmalıydı. Bu noktada onun için üzülüp susmayı ya da duyduğumuzu yok saymayı seçebilirdik. Küçük bir ihtimal, üstüne gitmeyi de… Anestezistimiz, elindeki enjektörden hastanın damar yoluna bembeyaz bir ilacı verirken harika bir manevra yaptı.
“Güzel şeyler düşünün. Örneğin şu an nerede olmayı isterdiniz en çok?”
“Bahçede”
“Nasıl bir bahçe bu?”
“Gül bahçesi”
“Ne renk güller var orada?”
“Kıııı rrr mıı zııı…” Hastamın sesi giderek söndü ve kendisini ilacın damarlarında yayılmasıyla bastıran uykunun kollarına bıraktı.
Ameliyathane odasındaki kadınların yüzünde bir gülümseme oldu. Aklımdan geçirdiğim düşünceyi, asistanım sesli söyledi: “Hocam, hastanın eşine söylesek de ameliyat çıkışı kırmızı güllerle karşılasa onu. Sizce tuhaf kaçar mı?” Gülümsedim. “Aynısını düşünüyordum, ben arayacaktım. Hadi, sen ayarla o zaman,” dedim. Ameliyathane odasındaki herkesin yüzünden aydınlık bir gülümseme daha geçti.
Sonra yıkama işlemi başladı. Sistemi baştan güzel oturtunca -ki bu sefer gerçekten sorunsuz ve kısa sürede olmuştu bu- gerisi akciğere steril sıvı doldurup arkasından boşaltma işlemlerinin ardı ardına yinelenmesinden ibaret. Sıvı ile mekanik bir yıkama yani. Dolması 10 dakika-boşalması 5 dakika sürüyor ve bu işlem sürekli yineleniyordu. Bir yandan dikkatler, hastanın yaşamsal bulgularını gösteren monitörde ve sıvıyı doldurmaya-boşaltmaya yarayan düzenekteydi. Şiir gibi akıyordu hepsi. Oksijende en ufak bir düşme bile olmadan. Yıkama suyunun rengi koyu bulanıktan berrağa doğru açılarak…
Her şey sorunsuzca bir düzene girince ameliyathane odasındaki bilgisayardan müzik açtım. Hastamın duyacağını düşünerek ve uykudan güzel duygularla geçmesini isteyerek yaptım bunu. André Rieu ve orkestrasının seslendirdiği bir valsi çaldım. (https://www.youtube.com/watch?v=1LGVGekPSzo) Videonun baş tarafındaki açıklamayı da dinletmek istedim. André Rieu anlatıyordu. Bu valsin, ünlü bir film yıldızına ait olduğunu, bir gün telefonla kendisini arayarak elli yıl önce, daha konservatuvarda öğrenciyken yazdığı notaları onca süre kimseye göstermediğini, yeterince iyi olmamasından çekindiğini, artık André Rieu orkestrasının çalmasını istediğini, bunun olup olamayacağını sormak için aradığını söylediğinden bahsediyordu.
Sonra bu ismi açıkladı: Anthony Hopkins. O da konser gecesinde, diğer seyircilerle beraber ilk kez dinleyecekti. Defalarca izlediğim videoda Anthony Hopkins’in çocuksu ve biraz utangaç heyecanını görmenin beni her seferin nasıl etkilediğini, elli yıl boyunca herkesten sakladığı böyle bir eseri hem gizlerken hem artık gün yüzüne çıkarmaya karar verirken neler hissettiğini düşündüğümü söyledim. Sonra söz konusu vals çalmaya başladı. Ekibimiz bir yandan işini yaparken bir yandan da valsi dinledi. Bu vals belki olağanüstü iyi değildir. Yine de işin içine öyküsü girince, insan girince, duygulara dokununca bambaşka bir anlama taşınıyor her deneyim. Bu etkiyi, hem videoda hem de ameliyathanede dinleyenlerin yüzünde görebildim.
Fonda güzel, yumuşak müzikler devam etti ve en sonda, yıkama işlemi bitip hastamız uyandırılacağı sırada Beethoven’in Ayışığı Sonatı’nı çaldım. Üzerinde düşünmeden, yalnızca içimden öyle geldiği için (https://www.youtube.com/watch?v=5-MT5zeY6CU).
Hastam, sorunsuz uyandı, kısa süre içinde servisteki yatağına getirildi. Eşini arayıp haber verdim. Gidip orada görebileceğini söyledim. Benim de hasta odasında olduğum sırada yanımıza geldi. Karısını beklediğinden iyi bulduğu için olsa gerek yüzü aydınlandı. Ellerinde çiçekler yoktu. Telaşlanmadım. Bütün bu hastalık sürecinde karısının yanında aşkla olan o güzel yürekli adam mutlaka bir ayarlama yapmıştır diye düşündüm. Bekleyip görecektim.
Akşamüstü hastaneden çıkmadan hastamın yanına bir kez daha uğradım. İyice ayaklanmıştı. Giyinmiş, eve gidişine onay vermem için beni bekliyordu. Böyle bir gün, elbette bu mutlu sonla bitecekti. Ayrılırken biraz sarsak, yarım yamalak sarıldık. Tam dönüp gitmek üzereydim ki “Geçen hafta bir hastayı kaybettiler. Size yıkamadan önce söylemek istemedim” dedi. “Biliyorum, söyledin bana,” diye yanıtladım. Şaşırdı. Bilinç dışı konuştuğu için anımsamayacağını bekliyordum zaten. Sonra bir saniye durdu ve “Biliyor musunuz o güller nerede?” dedi. Bu kez şaşırma sırası bendeydi. O devam etti: “Annemin gülleri. Kırmızı köy gülleri. Bahçesinde bir köşede hep açardı. Kokuları halen burnumda. Annem yok artık ve onlar da kurudular. Oraya yine aynı gülden dikmek istiyorum. Bir türlü olmadı” dedi. “Dikelim,” dedim, “hatta benim balkonum için de saksıya…”
Akşam telefonuma bir fotoğraf geldi. Kucağındaki gül destesiyle bana ve eşine teşekkür ediyordu. Bunları yazdım ki okuyanlara da ulaşsın; kırmızı güllerin kokusu, valsin ritmi, ayışığının içe yayılan huzuru…
GÖKSEL ALTINIŞIK
15 Kasım 2020, Denizli