Bu kez köşeyi bir şair kaptı: Cevahir Bedel…
Yazın alanında verilen ödüller şu ya da bu nedenle tartışılabilir, ama iki yararlarının olduğu yadsınamaz. Önce, alanı yüreklendirir; sonra, okuru bir yapıtla ve o yapıtı ortaya çıkaranla tanıştırır. 2014 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, okur olarak beni zenginleştirdi, ‘cevahir’ (Osmanlıların da kullandığı Arapça’da ‘değerli taşlar’ anlamında) bulmuş gibi oldum: bana Cevahir Bedel gibi bir şairi tanıttı. Oysa, Cevahir Bedel bu ödülü kazandığı Çayırı Sayıklamak kitabından önce iki şiir kitabı daha yayınlamıştı… Bu durumda, “Yaşasın ödüller!” diyebiliriz.
12 Haziran 2014’te Cumhuriyet Kitap Eki’nde kendisiyle yapılan söyleşide “dünya üstünde işlenen her suçtan kendim yapmışım gibi suçluluk ve utanç duyuyorum” diyor şair. O nedenle de çocukken dinlediği söylencedeki pepuk kuşunu (guguk kuşunu) benzetmelik olarak kullanıyor. Masala göre, üvey anneleri iki çocuğu dağdan kenger (kengel) toplamaya gönderir. Kenger, hem soyulup çiğ olarak, hem de pişirilerek yenen, ayrıca sütünden sakız çıkarılan bir bitki… İki çocuk bütün gün dağda kenger toplarlar. Eve dönmeden önce büyük kardeş bakar ki, küçüğünün torbası bomboştur. Üvey annenin bu durumda onlara yapacaklarını düşünüp kardeşini paylar. Onu topladığı kengerleri yemekle suçlar. Küçük, ısrarla yemediğini söyler, ablasını inandıramayınca “İstersen aç karnımı, bak” der. Kardeşinin karnını açıp boş olduğunu gören çocuk, yaptığına çok üzülür. Meğerse üvey anne ona delik bir torba vermiştir. Kardeşini ağlayarak yıkar, gömer. Sonra da vicdan azabından Tanrı’ya onu pepuk kuşuna çevirmesi için dua eder; böylece suçundan ötürü kendini dağa taşa ihbar edip duracaktır.
“Her ölenle sanki ben de ölüyorum ve gömülüyorum. Bu utancı ve acıyı tüm benliğimde hissediyorum” diyen şair kitabını da bir ağıt olarak niteliyor. İçi parçalanan bir insanın kendini yerden yere atarak yaktığı bir ağıt değil bu! Denetimli, bilgili, bestelenmiş bir ağıt gibi olduğu için “ELEGIE” desem alafrangalaştırıp yozlaştırmış mı olurum? Ses (müzik de diyebiliriz) de duygu kadar önde… Derin ama ağır değil, ince; haykırmadan, ilenmeden anlatıyor her şeyi; gözyaşı döktürmüyor, ama iç sızlatıyor. İnsan olduğunu duyumsatıyor okuyana.
Kitap, ağıt ve söyleşilerden oluşuyor: 1. ağıt, kavak ile… rüzgâr ile… kar ile… ölmez çiçeği ile…, 2. ağıt, su ile… ateş ile… boşluk ile… geçmiş ile…, 3. ağıt, yıldız ile… yaz ile… kendim ile..
Ne yazık ki, ancak bir şiirden tadımlık bir bölüm paylaşabiliyorum burada.
yıldız ile…’nin son bölümü:
yıldızın sorduğudur:
ah! bu gün hiç doğmasa
karanlığın içinde ışıldayıp sönen bedenim
göz kırpımı sandığın şey ne yazık
durmadan kendime attığım kördüğüm
samanyolunda ben neyim dünya üstünde sen
sürüklüyorsun sokaklarda gövdeni
benimse gökte çürüyecek cesedim…
sorduğumdur:
sabahı bekliyoruz ikimiz de
senin penceren nerede, ya kapın
komşuluk eder mi sana şu kibirli ay
senin de sokakların boşalacak bir gün
güneş vururken karşı tepelere
kederle diyeceksin, ah! bitti…
kederle diyeceğim, yeni bir gün daha…
Tüm şairlere, yeni günlere kederle değil, umutla uyanmamızı sağladıkları için teşekkürler…