Dünyanın yeni bir ekonomik düzene yöneldiği, Türkiye’nin ise bütün dengelerini alt-üst eden bir darbe süreci geçirdiği bir dönemin hemen ardından o kavramı sıklıkla duymaya başlamıştık. Özellikle entelektüel çevrelerde, ama daha sonra popülerleşme dalgaları halinde toplumu her kesimine yayılarak sıklıkla nostaljiden bahsediliyordu. En psikolojik anlayıştan en ticari yaklaşıma kadar toplum hayatının her alanında genel bir nostalji söylemi gözlemleniyordu. Kuşkusuz bu nostalji teması, daima övücü, olumlayıcı yönde ifade ediliyordu. Zira git gide daha kısa vadede çalışan bir kapitalizm, sonunda şimdiki zamanın belirleyiciliğine dayalı akışkan bir düzeni tesis etmeye çabalıyordu. Elbette yalnızca ekonomik ve kurumsal değil, her türlü insan eylemi anda var olmaya ayarlı yeni bir zihniyetin şekillenmesini gerektiriyordu. Yeni ekonomi, bankacılık, sigortacılık, her türlü aracılık işleri, bilişim gibi yeni sektörlerin öncülüğüne ağırlık veren, kısa vadeli veya anlık kararların belirleyici olduğu, son derece akışkan ve belirsiz bir eylem düzeni anlamına gelmekteydi. Üretim biçiminin dönüşmesi daima değerler dünyasında ahlâki sonuçlar üretir. Nitekim kısa vadeli ekonomik hareketlerin hâkim olduğu bir ortamda insanların hayatı algılamaları, kendi var oluşlarına anlam vermeleri de bu çerçevede yeniden tanımlanır. 1980’li yıllarda kapitalizm bir borsa oyununun öngörülemezliğine ve anlıksallığına dönüşürken, ânın belirleyiciliğine dayalı bir eylem mantığı meşrulaşmıştır. Böylece toplumsal hayat, aşırı yüklü bir şimdiki zamanının cinsinden yeniden kurgulanmıştır. Nostaljinin zihinlerde yerleşmesi, böyle bir şimdiki zaman sıkışmasının kaçınılmaz sonucu olmuştur.
Anlık bir var oluş kipinin yaygınlaşması beraberinde kendi etik ve estetik anlayışlarını da getirmiştir. Özel girişimi yücelten yeni düzende, bir sosyal koruyucu ve düzenleyici güç olarak devletin küçültülmesi gerekmekteydi. Bu da en başta emekçilerin haklarının kısıtlanması anlamına geliyordu. Küresel finans kapitalizmi, insanı karmaşık ve rekabetçi bir dünyayla baş başa bırakmıştır. Böylece kendi çözümlerini bulan, kendi kurtuluş yollarını icat eden insan tipi yüceltilmiştir. Kuşkusuz bireyin böyle bir yalnızlaşması, ölümcül rekabet düzeni içinde her benzerini düşman olarak algılaması anlamına gelmiştir. Dünyayı kendi öznelliğinin cinsinden tasavvur eden, yeryüzündeki var oluş serüvenini salt kendi başarısı için bir taktik oyuna, sürekli bir kârlılık hesabına dönüştüren birey için ahlâk kavramı, toplulukla ilgili değil bireysel ve öznel bir olguya indirgenmiştir. Oysa ahlâk kolektif bir kabuller dizisinden türeyen, birlikte üretmenin gerektirdiği değerlerde buluşmak anlamına gelir. Eski Yunanlar’ın gözünde etik (ήθος) mevhumu, esasen ortak yaşayışın getirdiği alışkanlıklar toplamı olarak özetlenebilir. Dolayısıyla, çağımızda olduğu gibi, uzmanlık alanlarına dağılıp görelileşmiş (spor etiği, iş etiği, bilim etiği, turizm etiği, vb.), hatta bireysel bir meseleye dönüşmüş (“bir şey ben onu sevdiğim için iyidir!”) bir ahlâk anlayışı, bizatihi ahlâk kavramının doğasına terstir. Ancak yeni ekonomi böyle bireysel bir etik parçalanmayı gerektirmiştir. Teknolojinin bireyselliği destekleyici yönde, özellikle enformasyon işleme konusunda gelişmesi, insanın bu mutlak öznelliğine kapanması hâlini desteklemiştir. Enformasyon teknolojisinin gelişmesinin kuşkusuz bireyi özgürleştirici, demokratik pratikleri hızlandırıcı bir etki de yapmıştır. Ancak bireysel bir dünya tasavvurunun ideolojik bir çerçeve olarak toplum hayatına hâkim olması, bu yeni dönemin en önemli özelliklerinden olmuştur. Böyle bir algılayış, benzerinin duygu dünyasına mesafeli, kendi öznelliği ekseninde toplumsallaşan bir var oluş biçimini destekler. Kendine odaklı bir var oluş biçimi ise, kolektif ülküleri önem vermeye değer bulmaz; ancak böylece tarihsel özne olma niteliğini de yitirir. O zaman geriye ânı yaşamak düsturundan başka bir ilke kalmaz. Nitekim yine 1980’li yıllardan itibaren bireyin yaşama felsefesini biçimlendiren en belirgin ölçütlerin başına “carpe diem!” (günü yaşa, ânı yaşa, Türkçe söyleyişle gününü gün et!) sloganı gelmiştir. Hayat artık bireysel bir bakış açısından algılanıyor, gündelik olan, şimdiki zamanda yaşanan yegâne hakikat olarak deneyimleniyordu. Hayat bir festivalse ondan en iyi şekilde bireysel payımızı almalıydık. Böyle bir anlıksal var oluşun mükemmel bir şekilde eklemleneceği en uygun sosyo-ekonomik rejim, tüketimin krallığından başka bir şey değildir. Bireyin bu solo toplumsal performansında tüketim-kimlik-öznellik makinesinin çarklarını yağlayacak olan en uygun kültür bileşeni popüler müzik olmuştur.
Şimdiki zamanın performans saplantısı içinde benzerlerine mesafe alan birey, artık kendisini bir toplumsal sınıfın mensubu, birlikte eyleyen bir topluluğun parçası, ortak bir davanın yürütücüsü olarak göremiyordu. Popüler müziğin kulaklıklardan bireyin tekil zihniyetine sızan iletileri de bu doğrultuda komutlarla yeni dünyanın ideolojisini sürekli yayıyordu. Sürekli yeni müzik parçalarının piyasaya sürülmesini bekleyen birey, artık bir tüketiciye indirgenmiş oluyordu. Mutlak anda var oluşa bu denli sıkışmış birey, dünyayı münhasıran kendi özneliğinden filtresinden damıtarak algıladığı için, tarihsel bir fail niteliğinden sıyrılıp salt anda var olan bir tüketiciye dönüştü. Böylece insanın varlığı, bu yeni ekonomide tarih-dışılaşmış bir yalıtılmanın içinde yeniden tanımlandı. İşte nostalji olgusu tam bu aşamada devreye girmiştir. Zira fazla yoğuşmuş bir şimdiki zamanda örgütlenen toplum hayatı, geleceği bugüne taşıyarak (borçlanarak yaşamak, hak etmediğini arzulamak, sabır, sebat, tasarruf gibi değerlerin anlamsızlaşması, manevi ideallerin maddi edinimler halinde gerçekleştirilebileceğine dair inancın yaygınlaşması, vb.) yönsüzleşmiş bir bireyler topluluğu yaratmıştır. Emek artık bir değer olmadığı için, çalışıp biriktirmek anlamsızlaşmıştır. O yüzden gelecek, bugüne taşınmıştır. Diğer yandan aynı zamansal kopuş, geçmişi de bir maddi ve manevi birikimler toplamı olarak değil, stilize ve sahte bir hatırlayış ekonomisi haline getirir. Nostalji, bu ekonominin estetik izdüşümünden başka bir şey değildir.
Tüketim dünyası, özellikle kültür metâları üzerinden kendini meşrulaştırır. Bu ideolojik operasyonun en etkili aracı ise yine müziktir. Türkiye’de pop patlaması yaşanan 1990’ların etkisi sönümlenmeye yüz tuttuğu zaman, imdada yine en garantili estetik kurtarma botu yetişti: Nostalji, farklı biçimlerde, müzik üretimini ayakta tutan sihirli formül hâline geldi. Kuşkusuz bu dönüşümde, dönemin (hâlâ sürmekte ve koyulaşmakta olan) siyasi-ideolojik bağlamının tartışılmaz bir ağırlığı vardır. Nitekim tahammül edilmesi git gide zorlaşan bu baskı ortamının gönderme yaptığı tarihsellik imgelemi, bütün muhafazakâr ideolojilerde olduğu gibi, geçmişe ayarlıdır. Ancak bu muhayyel bir geçmiştir. Bir anlamda her türlü geçmişe bakışın bir hayal kurma eylemi olduğu söylenebilir. Ancak muhafazakâr dünya görüşü, ‘muhafaza’ ettiğini düşündüğü maddi ve manevi unsurları oluştururken hem bir çeşit geçmiş kolajı oluşturur, hem bu bağlam-dışılaşmış imgelerin bir araya toplanmış eklektik hali bile sürekli dönüşüm geçirir; daha doğrusu, kendi içinde çelişkilerle mâlul bir bulanık söyleme dönüşür. Muhafazakâr tarih tasavvuru, farklı geçmiş parçalarını, duygusal-tepkisel bir söylem mecraında, içinde bulunulan siyasi durumun pragmatik gereklerine göre sürekli olarak yeniden bir araya getirir (assemblage). İronik bir şekilde, değişmemenin, belirgin bir kültürel öze atıfta bulunmanın duygusal, hâtta çoğu zaman fevrî tavrı içinde, muhafazakâr ideoloji, kırmızı çizgilerle sınırları iyi çekilmiş belli bir geçmiş parçasına (örneğin Anadolu’nun yalnızca Müslüman tarihine) sarsılmaz bir iradeyle bağlı olduğunu (‘geçmişe bağlı olma’nın mahiyeti hiç sorgulanmadan) şiddetle iddia eder. Bununla birlikte, geçmişten alınmış tekil imge, olgu, kişi, olay gibi unsurları, her defasında yeniden karıştırılan bir kur’a torbasında (siyasetin gündelik pragmatizmi) çalkalayıp ânın gereklerine hizmet edecek bir simgesellik düzlemine yeniden döşer. Nostalji, var olmamış bir geçmişin, bugünün temaları cinsinden söylemselleştirilmesidir. Bireyler ve toplumlar, geçmişe dair hatırlamalar sayesinde var olurlar; ancak bu hatırlamalar, var oluşun yegâne motivasyon kaynağı hâline geldiği zaman geçmişle kurulan bağlantı, tarihselliğinin bilincinde olmak anlamından uzaklaşır, patolojik bir ruh hâlinin belirtisine dönüşür. Nostalji, bu patolojik hatırlayışın adıdır. Böyle bir patolojiyi yeniden üretmek için müzikten daha uygun aracı düşünülemez.
Türkiye’nin son yirmi yılına damga vuran muhafazakârlaşma sürecinde, farklı türde müzik üretimleri, bu ideolojik atmosferden nasibini aldı. Öncelikle popüler müzikte ezgi üretiminin zayıflaması, çalgılamanın basitleşmesi, karşıtlıkları içeren altyapı dokularından (armonik zenginlik, kontrapuntik hareketlilik, çalgısal çeşitlilik, vb.) uzaklaşılması, söz-yoğun ve kayda değer bir sürükleyiciliği olmayan ezgilere dayalı geçici-uçucu (ephemera) parçaların, bolca elektronik müdahaleyle tasarlanması gözlemlenir oldu. Bu tür popüler müzik üretimi, Türkçe katleden şarkıcıların yaz albümü patlatmasından, muhafazakâr-esinli gizil-Arabesk müzik üretimine kadar yayıldı. Hepsinde az ya da çok belli bir nostalji dozu mevcuttu. Nostalji, kimisinde ideolojik anlamda geçmişe özlem temaları şeklinde tezahür ederken, kimilerinde Türk popüler müziğinin ‘altın çağı’ndan (1960’lar, 1970’ler, 1980’ler?) dillere takılmış, anılarda yer etmiş eserlerinin yeniden yorumlanması hâline geldi. Bunca tüketim-odaklı bir anlayışla kurgulandıkları için söyleyecekleri sözleri kalmayanlar, geçmişten örnekler ödünç alarak, günümüzün sıvılaşarak yönsüzleşmiş toplumsal ortamına bir ivme vermeyi hedeflediler. Ancak bağlamından koparılmış her kültür unsurunun akıbetinde olduğu gibi, bu ‘remake’, ’remix’, ‘cover’, vb. ürünler hızla fırlatıldıkları piyasanın dışına düştüler. Bununla birlikte, söz ve ezgi üretemeyen bir müzik dünyasının yine de nostaljiye sığınmaktan başka çıkar yolu yoktur. O yüzden, yaşı tutanların özgün hâllerini hatırladıkları müzik eserlerinin, günümüzde yeni ve rahatsızlık verici derecede elektronik altyapıyla yeniden kurgulanmaları hem mecbur olunan reçetelerdir hem başarısız olmaya mahkûm denemelerdir. Zira her kültür ürünü (hele müzik!) kendi toplumsal bağlamı ve tarihsel momentumu içinde anlam ifade eder. O nostaljik sâiklerle yeniden biçimlendirilen seri üretimler, geçmişin yalnızca hayal edilmiş bir imgesini oluştururlar. Günümüz Türkiye’sinin geçmişe atıflı ideolojik çevresinde, nostalji yalnızca siyasette şanlı ecdad tarihine özlem duymak anlamına gelmiyor; olabildiğince yüzeyselleştirilmiş popüler müzik üretimi de, geçmişin şarkılarını yeniden dönüştürmeye çalışarak, aslında aynı nostalji söylemine eklemleniyor. Nostalji, değişken yüzlü bir prizma gibidir; kim nereden ve ne zaman bakarsa ona göre farklı bir imge görür. Her durumda nostalji bir geriye dönme arzusudur; her geriye dönme arzusunda olduğu gibi, patolojik ve regresiftir. Kendisi yenilik vadetmediği gibi, her türlü değişme yöneliminin de önünü tıkamayı hedefler. Vasatlığın öngörüsüzlüğü, nostaljiyi en vazgeçilmez söylem ‘terkibi’ haline getirir.
Kuşkusuz nostalji ve ona bağlı muhafazakâr söylem, yalnızca popüler müzik örneklerinde gözlemlenmiyor. Senfonik yapıları kullanarak popla sanat müziğinin sınırlarını bulanıklaştıran, artık genel kültürel erimeden nasibini fazlasıyla almış kulakları yormadan sesini duyuran, gayet konvansiyonel bir dille, risksiz sularda kıyıya yakın yüzerek bestelenen eserlerin yayılmasına yine 2000’li yıllarda tanık olduk. Kurmaca bir geçmişin hayalî imgeleri, bol duygusallık (Adorno’nun ‘duygusal dinleyici’sine pek uygun), acınası bir tarih bilgisi (ve bilinci) eksikliğiyle mâlûl zihinlere biçilmiş kaftan yalınkat sahte-senfonik üretimler de bu dönemde piyasada yerini aldı. Aynı basit bileşimsel mantığı makam müziğinin tarihsel, tınısal, imgesel unsurlarını ödünç alarak aslında fevkalâde pop bir sound üreten çalışmalarda da gözlemlemek mümkündür. Nostalji tek hattan ilerlemez; türlü kılıklara girer; genellikle de tebdil-i kıyafet gezer.
Türkiye’de her çeşidiyle nostalji söylemi, bir yandan acımasız bir küresel rekabet düzeninin koşulladığı insan tipinin tarih-dışı özneliğinin bir izdüşümüdür, diğer yandan üzerine ayaklarımızı bastığımız toplumsal, kültürel, kurumsal zemini sürekli olarak tahrip eden anakronik bir zihniyetin, içe kapandıkça koyulaşan akıl-dışılaşması ve baskıcılığının sığınabileceği yegâne limandır. Liberal ve muhafazakâr mı demiştik?
Ancak nostalji, ona bir can simidi gibi öfke ve hırsla sarılanları sükût-u hayale uğratacak kadar köksüzdür; yüzer-gezer, yapılıp-bozulur, duruma göre şekil alan bir kurgudur. Nostalji daima tükenişin göstergesidir. Elinde, geçmiş hayallerinin hamâsî övgüsünden başka varlığı kalmamışların, üretimle değil tüketimle var olanların sarılabilecekleri sisten bir kılavuz hattıdır. Duyguları en basit ve kalıplaşmış yoldan harekete geçiren hayalî geçmiş esinli müzikleri dinlerken, kendimizden geçip hikmeti ele geçirdiğimizi sanmanın sarhoşluğuna kapılabiliriz. Oysa nostaljinin yönü yoktur; tarihsiz bir hatırlayıştır. Kendi söyleminde boğulmaya mahkûmdur.
Türkiye’nin nabzında bugün zorlukla hissedilen bir umut atımı var; dönüşen dünyanın dilini konuşabilen parlak gençlerin kuracakları kardeşçe ve üretken bir paylaşım düzeni. Tarihin öznesi olabilmek için önce tükenişin etiğini ve estetiğini ölü bir deri gibi sıyırıp atabilmek gerekiyor. Genç zihinlerin en önemli özelliği, bu yenilenme becerisine sahip olmalarıdır. Türkiye’nin gizli nabzından bu umudun türeyebilmesi için bolca dirayete, bilginin sonsuz ateşine ve tarih öznesi olma bilincine gereksinim vardır. Kolay yol değil!
Pusulası nostalji olanın tükenişi kaçınılmazdır. Tarihin değirmeninde öğütülmekten kurtulamaz. Kendisini tarihin hükümdarı, varlığını en güçlü zannettiği zamanda hem de…
ALİ ERGUR
1 Ağustos 2020, Bodrum