İnsan türü bir kültür üreticisi olduğundan beri, konuşma onun en belirleyici özelliği olmuştur. Aristoteles insanı, ‘dili olan hayvan’ (ζώον λόγον έχων) olarak tarif etmişti. Buna ‘dil içinde ikamet eden hayvan’ da diyebiliriz. Zira dil, yalnızca niyetlerimizi ve düşünsel kurgularımızı ifade etmeye yarayan bir araç değil, aynı zamanda, içinde özneliğimizi kurduğumuz bir yerdir (locus). Fransız dilbilimci Emile Benvéniste, özneliğin ancak dil içinde inşa edildiğinin, bu anlamda dilin, bizim düşünsel matrisimiz olduğunun altını çizmiştir. Dil içinde var olur, dil içinde insanlaşırız. Biz her ne kadar farklı ve özel anlamlar yüklemeye çalışsak da, biyolojik varlığımız, eski Yunanlar’ın iyi görmüş oldukları gibi, bir başka zoon (hayvan) türünden farklı bir şey değildir. İnsanın fizyolojik ve anatomik özellikleri, ona benzer veya benzemez birçok türle yakınlık içindedir. Dik durmak, doğa koşullarına daha dayanıksız olmak, içgüdülerin ve duyuların keskinliğini yitirmiş olması, tek başına, insanı ayrıcalıklı bir canlı türü yapmaya yetmez. İnsan hançeresinin gelişkinliği ve buna uygun bir sinir sistemine sahip oluşuyla (her türlü evrim sürecinde olduğu gibi, her ikisi birbirine bağlıdır; belirleyen ve belirlenen yoktur) konuşma becerisi ortaya çıkmıştır. Konuşmanın, basit ve anlamsız ses çıkarma eylemlerinden, standartlaşmış anlamları olan, belli bir topluluk içinde kodlar iletmeyi olanaklı kılan bir dil sistemine dönüşmesi, aynı zamanda insanın uygarlık kurmasıyla yakın ilişki içindedir. Böylece insan, diğer türlerden asıl farklılığı olan ‘simge üretme’ işleviyle, kesin olarak doğal oluşlara tâbi konumundan kurtulmuştur.
Melih Cevdet Anday, ünlü Kolları Bağlı Odysseus şiirinde, insanın kendini doğadan ayrıştırmasını şöyle ustalıkla betimler: “Büyüdük çocukluğumuzdan/Büyüdük tarihe usulca/Biz bir yana, doğa bir yana/ Doğanın yanında bir başka doğa/Karşıdan bize gözlerimiz mi bakan?/Ve güneş altındaki ölümlü tanrılara/Hâlâ şaşkınlık içindeki yonutlarda/Susar doğadan ayrı düşmüş insan/İnsanın boşluğunda doğa”.
Ancak bu kopuşun bir bedeli vardır: İnsan, doğanın güçleri karşısında hiçbir türün olmadığı kadar savunmasız kalmıştır. Bu aczini, yine ona özgü olan simgeleştirme becerisiyle telafi etmeye çalışır. İşte bu simgesel telafiye kültür adını veriyoruz. Kuşkusuz, kültürün en önemli bileşeni dildir. Zira dil, hem doğal sesleri soyutlayıp simgeleştirir hem bunları bir düzenlilik içine sokar. Böylece dil, zamana ve belli demografik varlıklara hükmeder. Bu haliyle dil yalnızca iletişimi (communicatio – επικoıνωνία) inşa etmekle kalmaz, toplumu (communitas – κoıνωνία) ve toplum hayatını örgütler. Jean-Jacques Rousseau, toplum hayatının dille doğrudan ilişki içinde olduğunu, bu ikisinin birlikte evrim geçirdiğini, dilin toplumu, toplum hayatının dilin gelişimini teşvik ettiğinin altını çizer. Üstelik bu durum adalarda çok daha belirgindir; zira insanlar ada gibi kısıtlı sahalarda, ister istemez daha fazla iletişim kurmak zorunda kalırlar. Daha çok iletişim, daha çok toplum demektir. İnsan topluluklarının dayanışma biçimleri de dil içinde ve dil üzerinden örülür; dille pekiştirilir.
Özünde anlamsız seslere, belli bir topluluk tarafından anlamlıymış muamelesi yapılması, bir çeşit suç ortaklığında buluşma olarak düşünülebilir. Dili oluşturan ses öbekleri mutlak anlamda anlamsız hâtta saçmadırlar; ancak onları belli bir sistem içinde düzene sokmak, kullanılma kurallarını ihdas etmek, katı standartlar halinde pratik gereksinimlerin ifadesine tahsis etmek, bir simgeler düzeni olarak ilişki kurucu bir niteliğe büründürmek, sonunda dili toplumsalın düşünsel iskeleti haline getirir. Toplum halinde var olmak, ortak dili paylaşmak sayesinde mümkün olur. Uyum kadar çatışma da dil üzerinden ve onun simgesel araçları sayesinde sürdürülür. Her ikisi de toplumsalın kurucu unsurlarıdır. Bireysel düzeyde ise dil, mutlak bir öz olmayan, tersine, sürekli etkileşim içinde yeniden inşa edilen kendiliğin (self kavramının karşılığı benlik değil kendilik’tir) an be an kendinden farklı hale gelmesine, böylece kendi olma durumunun sürekli dönüşüme uğrayan bir süreç olmasına yol açar.
Dil sabit değil, devingen, yapılanan, müzakere edilen, yapılıp bozulan, yeniden kurulan bir akıştır. İnsan ve toplum bağlantısında kilit rol oynar. Toplumsalın tortulanması, dilin birikim haznesinde toplanan anı, deneyim, ilişki, değişim (mübadele), söylem, vb. bileşenlerin, depolanması ve daha sonraki eylemler için yeniden ödünç alınması sayesinde, kuşaklar ötesine taşınan bir bellek haline gelebilmektedir. Diğer bir deyişle dil, anlamsız sesleri anlamlıymış gibi varsayarak, hem şimdiki zamanda pragmatik bir boyut kazanır (şu andaki gündelik iletişim eylemleri) hem geçmişin stilize bir temsili haline dönüşür. Geleceğe yönelik her eylem tasarımı, öncelikle bu bellekle ilişkiye girmek zorundadır. Birikim haznesinde kodları (sözcükler, kavramlar, kalıp söz öbekleri, dilsel yapılar) ödünç alıp kendi eylemimizde özgün bir şekilde yeni bir bileşim içinde kullanırız. Bütün bu kullanımlar, kuşkusuz dili çevreleyen, onun hem ürünü hem varlık nedeni olan toplumsaldan bağımsız değildir. O nedenle insan, içinde toplumsallaştığı çevrenin sınırları kadar hayal edebilir ve var olabilir. Ancak bildiğimiz dünyanın dilinden konuşuruz. Belli bir zamanın ruhu, esasında dilin tesis ettiği anlam düzleminin üzerinde ve onun sınırları içinde şekillenir; bireyler tarafından hissedilip içselleştirilir.
İnsan aklının, doğanın seslerini şekle soktuğu bir başka biçim ise elbette müziktir. Doğanın sonsuz ve geçişli ses frekansları içinden yalnızca bazılarını seçmek, bunların doğada olmayan bir dizilişini tasarlamak, göreli ya da mutlak anlamda sabit ses konumları tespit etmek, bu dizilişten bir sistem yaratmak, bu sistemle (ses sistemi) ezgiler kurmak, bu ezgi kuruluşlarından az ya da çok karmaşık biçimler (armoni, kontrpuan, füg, makamsal seyir, vb.) oluşturmak, müzik adını verdiğimiz özel bir akustik düzenleme bağlamı ortaya çıkarır. Müzik, bir yandan sestir, diğer yandan sesten fazla olandır. Müzik, doğanın esinlediği ancak insan aklının şekillendirdiği, malzemesi doğal, ürünü yapay bir ifade biçimidir. Nitekim ‘müzik’ sözcüğü, Yunan mitolojisinde sanatların esin perileri olan ‘Musa’lara (μούσα) dair, Musa’lara ilişkin anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin özel bağlamında anlamsızca ideolojik yananlamlar yüklenen ‘müzik’ ve ‘musiki’ sözcüklerinin, esasında birbirinden hiçbir farkı yoktur. Muhafazakâr çevrelerin Avrupa tınılı ‘müzik’ yerine, sanki Arapça kökenliymiş gibi muamele ettikleri, hatta ‘mûsıkî’ olarak ağdalı bir telaffuzla farklılaştırmaya çalıştıkları sözcük, Yunanca ‘müzik’ anlamına gelen ‘musiki’den (Musalara dair - μουσική) başka bir şey değildir! Musa sözcüğü Fransızca’ya Muse (Müz) olarak taşındığı için, “Musa’lara dair” anlamına gelen sıfat ‘müzik’ (musique) olarak telaffuz edilir. Diğer bir deyişle onca ideolojik yükün altında ezilen bu iki sözcük, tamamen aynı kavramın iki farklı dildeki telaffuzlarıdır. Mesele ideolojik değil, etimolojik ve fonetiktir!
İnsan, neden merâmını ifade etmeye yeten sözle yetinmez de şiir söyler ve müzik yapar? İnsanın en temel varoluşsal içgüdüsü, kendini doğadan ayrıştırma yönünde etkinliklerde bulunmaktır. İnsan, diğer türlerde olduğu gibi, doğanın, kendinde belli bir amacı (telos – τέλος) olmayan oluş biçimlerinin bir parçası olmayı sürekli reddeder. Böylece diğer türler gibi doğal bir devinim (κίνηση) içinde olmak yerine, iradeyle şekillenen, içinde niyet olan bir eylem tasarlar ve uygular. Şiir ve müzik böyle bir arayışın ve ayrışma isteğinin sonucu olarak biçimlenir. Bununla birlikte dilin zaten yapay bir sistem olduğu, bir soyutlama kurmak, böylece doğadan ayrışmak anlamına geldiği düşünülebilir. Bu durumda şiir ve müziğe duyulan gereksinimin kökenleri bir kez daha sorgulanabilir. Dil, gündelik pratik gereksinimlerin git gide daha karmaşık ve ayrıntılı bir şekilde düzenlenmesine dayanır. Dilin düzenleme alanı, büyük ölçüde gündelik hayatın sıradanlığıdır; zira, sorgulanmayan anlamsız söz birimleri, üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanarak kullanılması, rutinleşmiş, kabuksulaşmış ya da daha toplumbilimsel bir tespitle kurumsallaşmış, yapılaşmış bir dünyayı düzenler. Elbette aynı dilin olanaklarıyla felsefe de yapılır, bilimsel savlar ortaya konur, normatif düzenlemeler inşa edilir. Ancak dilin genel kullanım sahası, gündelik hayatın, sıkıcı ve sıradan tekdüzelik boyutudur. Ancak ne insanın zihni ne toplum hayatının özü bu kabuksu yapıdan ibarettir. Tersine, insani eylemleri ayırt edici kılan, öznelliğin süzgecinden geçen (her bireye göre öznel ve özgün bir algılayış çerçevesinde yorumlanan) bilgiye dayanmış olmalarıdır. İşte bu öznellik, her birimizin yeryüzünde ve tarihte biricik olmamızı sağlayan ‘özne’ halimizin eseridir. Doğadan ayrışma arzusu, insanı tarihsel akış içinde eyleyen ve irade sahibi bir özne haline getirir. Düz söz ya da yazının (nesir) erimi, bu doğanın verdiklerinin aşılması yönelimine tam anlamıyla yetmez. Böylece insan, özgün bir anlam üretim birimi olarak, sürekli verili olanın (yalnızca doğadan gelen değil, kültürle birikmiş olan kalıplaşmış düşünce ve eylem kalıpları da buna dâhildir) sınırları içinde kalmaya razı olmaz; en azından bazı insanlar razı olmaz. Sıradan ve kalıplaşmış dilin sınırlarını zorlayan bireyler, dönüştürücülüğü az ya da çok güçlü olan denemeler yapmaya yönelir. Bu kişilere sanatçı, bu arayışlarının adına da sanat diyoruz. İşte sıradan söz kalıplarının hâkim olduğu dilin alanının genişletilmesi, bu şekilde önce sorgulayıcı bir dil kullanımına, sonra bilime, daha sonra felsefeye ulaşır; bizzat dilin kendisinin de sorgulanmaya başlamasıyla, dilin en uç sınırına, şiire varılır. Bu kapsamda şiir, insan zihninin en süzülmüş ürünü haline gelir. İradenin, doğayla mücadelenin, insan zihninin olanaklarının, dilsel kurmacaların en üst düzeyi, bir anlamda dilin uç beyliği konumuna yerleşir.
Müzik ise, şiirin dilden yaptığını, doğrudan seslerden yapar. Özünde fiziki bir olay olan ses bir titreşimdir. Ancak seslerin belli bir düzenleme içine konulup örgütlenmesi insan iradesinin ürünüdür. Müziğin, birçok yerde sözlü olarak tezahür etmesi, insanın doğayla mücadelesinin anlatısına dönüşmesi anlamına gelir. Nitekim avcı ya da tarım toplumları, bu zorlu dönüştürme serüvenlerini halk şarkıları olarak kodlamış, kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Ticaret ve sanayi düzenlerinde ise müzik, hem yapısal olarak karmaşıklaşmış hem farklı yaşam dünyalarının barındırdığı anlamları genel bir çoğulluk içinde ifade etmeye yaramıştır. Bu açıdan müzik ve şiir, dilsel kalıpların aşılması yönündeki çabanın farklı biçimde ancak aynı amaçta buluşan yöntemleri olarak tanımlanabilir.
Enformasyon toplumu, somut bir üretimle bağını hızla yitirmekte olduğu için, ortaya koyduğu simgesel ifade biçimleri de yineleme ve biçim oyunları olmaktan öteye geçemiyorlar. Elektronik avatarlarımızla konuştuğumuz toplum düzlemi, bizlere salt öznelliğin hâkim olduğu, ancak, paradoksal bir şekilde, özne olma niteliğinin hızla silindiği bir ortam sunuyor. Artık şiir üretmeyen tekno-bilimsel bir dünyada yaşıyoruz. Müzik ise kendisinden başka her şeyi barındıran, kendisinden başka her şeyi anlatan bir fon gürültüsüne dönüşmüş durumda. Bunca adaletsiz ve şiddet dolu bir dünyanın ne şiir üretmesi beklenir ne anlamlı bir müzik. Zira şiir ve müzik, insanın insanlaşma kanıtlarıdır.
Yakın gelecekte, insan zihninin çok özgün ve olağandışı olduğunu düşündüğümüz işlevlerinin robotlar ve yapay zekâ tarafından devralınabileceği öngörüsü, git gide daha az fantastik bir olasılık haline geliyor. Robotlar, homo sapiens’in sonunu getirecek deniyor.
Belki de robotlar, şiiri daha iyi söyler; müziğin en sorgulayıcı biçimlerini onlar yapar!
ALİ ERGUR
1 Mart 2020, İstanbul