Türkiye’nin kültür hayatının en temel sorunu süreksizlik ve buna bağlı olarak kurumsallaşmamadır. Türkiye tekil olarak başarılı bilim insanları, kültür üreticileri ve sanatçılar üretir; ancak bu kişiler ya tesadüflere bağlı kişisel başarılarının sonucunda ya yapıcı politikaların uygulandığı istisnai kısa ömürlü dönemlerde yetişerek varlık gösterebilmişlerdir. Böyle başarı öyküleri, düşünce ve eylem insanlarının dünya çapında tanınırlığa sahip olmasını sağlamıştır. Hatta paradoksal bir şekilde, Türkiye’nin yüz akı sanat ve bilim insanlarının uluslararası başarılara imza atmaları, çoğu zaman Türkiye dışında eğitim almaları ya da çalışmaları sayesinde olmuştur. Kültür figürlerinin bireysel yükselişleri maalesef Türkiye’nin genel anlamda kültürel gelişiminin bir göstergesi değildir. Atmosferini ve sıvı suyunu yüzeyinde tutamayan gezegenler nasıl çölleşmeye mahkûmlarsa, bu tür bireysel gelişmeleri desteklemeyen, onları kurumsal bir sürekliliğin parçası, tutarlı politikaların ürünü hâline getiremeyen Türkiye, hem değerlerini yurtdışına kaçırmaya hem çağdaş rekabetin sürekli olarak dışında kalmaya mahkûm olmuştur. Türkiye, özellikle son yirmi yıldır bir kültür çölüne dönüşmüştür. Öncesinde kuşkusuz büyük bir kültür cenneti olmakla ün salmış değildi; ancak mevcut kültür tahribatı, bazen gülünç-ötesi kitsch gösterileriyle tam tersi kanıtlanmaya çalışılarak, Türkiye’nin mevcut bütün tarihsel ve kurumsal birikimini yıkmıştır. Dünya görüşü, insanın ürettiği damıtılmış düşünsel donanımları sistemli bir şekilde dışlayan sığ zihinlerin, ne ‘gelenek’ adı verilen tarihsel birikime ne çağdaş kültür dünyasına herhangi bir ciddi katkı yapması olasıdır. Düşünsel arınmışlığı olmayanların ahlâki yetkinliği de olamaz. Hiçbir düşünsel meşruiyeti olmayan ideolojik saplantılar ve paradan başka hiçbir değeri ölçü alamayan zihinlerde insan türünden sayılmanın aslî ölçütü olan vicdanın barınması da kuşkusuz beklenemez.
Bir toplumu var eden en temel itici güç, doğanın kaynaklarını işleme biçimi ve bunun etrafında kurulan örgütlenme örüntülerinin sağladığı alış-veriş düzeni olarak tanımlanabilir. Diğer bir deyişle bir toplumun eylem mantığını, normatif zeminini ekonomik etkinlikleri belirler. Bununla birlikte, doğayla kurulan ilişkinin türü, insanın bu var oluş serüvenini nasıl kodladığını önemli ölçüde tanımlar. Doğayı dönüştürme etkinliklerinin simgesel ifadelere dönüşerek birikimsel bir karakter edinmesine kısaca kültür adı verilir. Sosyoloji biliminin kurucularından Max Weber, ekonomi ve kültür arasındaki bu etkileşimsel ilişkiyi incelikle tarif etmiştir. Buna mukabil estetik olguların ekonomik tabanını ihmal ederek hiçbir anlamlı çözümleme yapılamayacağını da bize Karl Marx’ın eskimeyen tarihsel materyalizmi çarpıcı bir şekilde hatırlatır. Her durumda kültür, toplum hayatının süregitmesi için gerekli simge deposu ve bireylerin eylem itkisi kaynağı olarak işlev görür. Diğer bir deyişle, toplumu ayakta tutan, en zor koşullara, ekonomik ve siyasi krizlere direnmesini kültür sağlar. Tarihi istila, işgal ve yenilgilerle dolu bir Macaristan’ın, dünyanın en çok kitap okuyan toplumunu barındırması, mimariden müziğe, bilimden kent planlamasına kadar bir estetikte süreklilik arz etmesini de mümkün kılmıştır. Aynı şekilde, iki büyük yıkım yaşamış olan Almanya’nın, ayağa kalkıp dünya gücü hâline gelmesi ekonomik verimlilik kadar kültür üretiminin zenginliğiyle mümkün olmuştur. Bir ulusun yaşayabileceği en korkunç darbeyi alarak yenilen Japon toplumunun hem kendi tarihsel müzik üretiminde hem Avrupa kökenli klasik müzikte büyük başarılar kaydetmesi, kültürün ne denli güçlü bir toplum mayası olduğunu kanıtlar. Saraybosna’da cani Sırp keskin nişancılar sokakta yürüyen insanları avlar, topçu ateşiyle yer üstündeki binalar yerle bir edilirken, yer altındaki sığınaklarda mum ışığında konserler veriliyordu. Bu örnekler artırılabilir. Toplumsal kimliğin istikrarlı bir tarihsel varlığı simgelemesi ve bütünleşme becerisi, kültür üretimindeki özgün güce bağlıdır. Toplum hayatını ekonomi kurar, kültür örgütler.
Türkiye toplumu, son yirmi yıl içinde bütünleşmesini sağlayan değerler topluluğunun aşınıp yok olmasına tanık oldu; üstelik yalnızca edilgen bir şekilde tanık oldu. Kendi kültür dünyasını sürekli dinamitleyen ayrıştırıcı politikaları tereddütsüz bir şekilde ayakta alkışlayarak onayladı. Bugün yaşamakta olduğumuz kültürel çölleşme, politik aktörler kadar, onlara bu meşruiyeti altın tepside sunan toplum kesimlerinin de eseridir. İşte bu koşullarda 2019 yerel seçimlerinin sonucunda muhalif siyasi görüşlerin belediye yönetimlerini devralması, bu karanlık kültürel çöküşte bir umut ışığı arayan geniş kitleler nezdinde büyük bir beklenti oluşturmuştur. Nitekim büyükşehir belediyelerinin nitelikli kültür üretimine ve kurumlarına destek vermesi, birçok somut uygulamada olumlu sonuçlar vermeye başlamıştır. Bu kültür tercihleri arasında, en takdir gören, en tartışılmaz bir şekilde beğeni ve tasvip gören uygulamalardan biri kuşkusuz bizatihi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu tarafından, Türkiye’nin uluslararası alanda en yüksek saygınlığa sahip kültür insanlarından birinin, orkestra şefi Cem Mansur’un Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun Genel Sanat Yönetmeni olarak atanmış olmasıydı. Adı bile unutulan liyakat kavramının hatırlanması birçok müzikseveri fazlasıyla sevindirmişti. Nitekim, bu atamadan sonra, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda üst düzeyde nitelikli etkinlikler yapıldı. Cem Mansur başta İstanbul’un, ardından genel anlamda Türkiye’nin kültür hayatının canlanması yolunda çok değerli konserlere ve etkinliklere imza attı.
Ancak bu tür iyi niyetli yaklaşımlar, bütüncül ve düşünsel derinliği iyi inşa edilmiş makro kültür politikalarının parçası oldukları zaman anlamlı sonuçlar verebilirler. Kültür alanında karar verici konumunda olanlar, icraatlarını, kuramsal temeli sürekliliği sağlamaya yönelik olan bir bakış açısı içinde kurguladıkları takdirde sahici anlamda kalıcı ve çağdaş rekabet ortamında başarılar kaydedebilirler. Kültür üretiminde tutarlı politikalar izlemek yerine kısa vadeli ve hesapsız kararlar almak, varılmak istenen nitelikli sanatın önündeki en büyük engeli oluşturur. Kültür süreklilik arayışı ve liyakate saygı gerektirir.
Göreve getirilmesi coşkuyla karşılanan Cem Mansur’un, Kasım ayı sonunda görevine son verildiğini öğrenen sanatseverler bu beklenmeyen gelişme karşısında şaşkınlık kadar hüsran da yaşadılar. Dedikodular dışında, Cem Mansur’un neden görevden alındığına ilişkin bilgi almak mümkün olmadı. Ardından Cem Mansur’un da kendi hüsran ve üzüntüsünü ifade eden demeci yayınlandı. Bütün bu gelişmeler, kültür politikalarının ne kadar istikrar, süreklilik ve tutarlılık gerektirdiğini bir kez daha hatırlatıyor. Siyasi iktidarın, kültür çölleşmesini tetikleyen uygulamalarını eleştirirken, bu durumu ideolojik bir odağa yerleştirmenin doğru olmadığını Cem Mansur olayı bir kez daha işaret ediyor. Kültür üretimi belli bir ideolojik konumlanmanın tekelinde olmadığı gibi, süreklilik ve liyakat ölçülerini tahrip edenler de her zaman aynı aktörler olmayabiliyor; zira kültür üretiminde süreksizlik ve liyakatsizlik, başka birçok alanda olduğu gibi, Türkiye’nin yapısal sorunlarının başında geliyor. Diğer yandan anlık kararlarla kültür ortamına ket vuran eylemlerin çoğu zaman gizli bir kliantelizm ve ekonomik çıkar ağlarından beslendiğini göz önünde tutmakta yarar vardır. Cem Mansur’un görevden alınması keşke sanatsal, kuramsal, estetik görüşlerdeki farklılıklardan olsaydı; ancak maalesef, bu tür nedenler Türkiye’nin dar siyaset yapma sahasında fazla gelişkin kalıyorlar. Gündelik çıkarlar ve tanıdıklar dayanışmasına dayalı ilişkilerin ekonomi politiği, nitelikli üretiminde süreklilik arayışı karşısında galip geliyor. Bu güç oyununda ilk harcanan ise liyakat oluyor.
Siyasi iktidarın liyakat-karşıtı eylemlerini eleştirmek kuşkusuz gerekli. Ancak bunu yapmaya, yalnızca düşünsel donanımı iyi kurulmuş bir düzlemde, her türlü vasatlık dayanışmasına mesafeli durabilenlerin hakkı vardır. Türkiye’nin kültür dünyasını uluslararası standartlarda geliştirmek isteyen bir siyasi hareketin en çok kaçınması gereken tehlikenin, bu vasatlık dayanışması ve onun gizli ekonomisi olduğunu belirtmeliyiz. Türkiye’de kültür üretimini, yüksek bir nitelik çıtasını hedefleyerek gözetmek, öncelikle kendi ideolojik saplantılarından kurtulmayı, ancak bir o kadar önemli olmak üzere, vasatlık dayanışmasını da reddedebilmeyi gerektiriyor. Kültürün sürekliliği, ideolojik saplantı ve ekonomik gönenme arayışı olmadan politika üretebilmekle mümkün olur. Türkiye’nin bu kronik hastalığını yenmenin yolu da bu sürekliliği kurumsal kılmak ve elbette liyakati her durumda öncelikli kılmaktır.
Çuvaldızı hak edenler var; ama önce iğneyi kendimize…
ALİ ERGUR
1 Ocak 2022, Denizli