Zamanın göreceliği konusuna iyiden iyiye inanmak gerek. Hele bizim gibi bir toplumda yaşadıkça bunun tartışılır yanı kalmıyor. Nedenine gelince, yaşanan kimi olaylara bakmak yetiyor da artıyor bile. Hangi olaylar derken çerçeveyi belirli bir alanla çizmek zorundayız. Sözümüz kültür ve sanat üzerine. Çünkü, çok önemsenmez görünse de toplumun yeniden biçimlendirilmesinde bu ikilinin rolü oldukça açık. İktidarın sürdürülmesi, ancak gelecek kuşaklara aktarılacak kimi değer yargıları ve dünya görüşüyle sıkı sıkıya bağlı. Ve uzun süreli bir iktidar beklentisi için, yeni yetişeceklerin egemen ideoloji çerçevesinde biçimlendirilmesi zorunludur. Eğitim bu açıdan son derece önem taşıyan bir olgu. Bizim gündemimizden hiç düşmüyor bu sorun. Kimi kez yasalar aracılığıyla, kimi kez mahalle baskısı (!) gibi zor yollarla yapılan uygulamalar sonucu kitlenin belli doğrultuda eğitimine yön verilmek istendiği biliniyor. Konunun can alıcı noktası yaratma özgürlüğü. Son yıllarda aldığı eğitimle yetişip çeşitli kamu kurumlarına yerleştirilmiş kimileri için “yaratma” sözcüğünü kullanmak kesinlikle yasak olmalı. Nedeni çok basit. Çünkü yaratma ancak tanrı allah’a özgü bir özellik. O nedenle sanatta yaratıcılık gibi tehlikeli (!) deyimleri kullanmaktan kaçınmak gerek. Burada asıl amacın sanat gibi yaratıcılık isteyen ve toplumsal bilincin gelişiminde etkin olan bir alanı tümüyle yasaklı bir hale getirmek olduğunu anlamak zor değil. Sanıldığının tersine bu ve benzeri girişimlerin tarihi oldukça gerilere dayanıyor.
Şükran Kurdakul’un “Yaratma Özgürlüğü ve Anayasalar” başlıklı araştırması hiç de yabancısı olmadığımız kimi olayları aktarmakta. Yazının bir yerinde şöyle bir bölüm var: “Namık Kemal, 21 Ağustos 1872’de Diyojen gazetesinde yayımladığı bir makalede “Matbuat Nizamnamesi”nin ilan edildiği gün İstanbul’da üç gazetenin birden kapatıldığını yazar.” (1) Böylesi bir uygulama bize özgü bir durum mu diye sormadan edemiyor insan. Tüm yasalar, devlet yöneticilerinin olumlu görüşleri hep uygulamaların tersi yönünde. Onları okuyup dinledikçe çok özgür bir toplumda yaşadığı sanısı yayılıyor ortalığa. Aynı yazının hemen bir sonraki sayfasında Nadir Nadi’nin değindiği bir olay dikkati çekiyor. Yazar, 1943 tarihli “Sokakta Gürültü Var” anı kitabında İzmit’teki bir heykel sergisi hakkında açılan kovuşturmayı gündeme taşır. Ayrıntı verilmiyor ama müstehcenlik konusu olduğu kesindir. Ya da onu çağrıştıran bir başka neden. Benzer olaylar sonsuzca çoğaltılabilir. Tümünün ortak paydası yasaklama üzerine. Belli ki yöneticiler düşünce ve yaratma özgürlüğü konusunu kendi tekellerinde bulundurmaktan hoşlanıyor. Böylelikle kendi ideolojilerini dayatmanın önündeki engeller de kaldırılmış oluyor.
Bunun en açık örneklerinden birisi beş yıl önce yaşandı. Adının önünde profesör unvanı olan yetkili bir zat, muhafazakâr kültürü yerleştirmenin amaçları arasında olduğunu belirtmişti. O açıklamanın ardı sıra ve destekler anlamda bir de yazı yayımlanmıştı. “Muhafazakârın Sanat Manifestosu” başlığını taşıyan yazı İskender Pala imzasını taşıyor. Yazının yer aldığı yer de bir zamanların gözde gazetesi “Zaman” ve 13 Nisan 2012 tarihli.
Şimdilerde yine bir yetkilinin açıklamasına bakılırsa sosyal ve kültürel iktidar konusunda yaşanan sıkıntılar vardı. Düz bir okumayla, belirtilen alanlarda sıkıntı bulunması doğru bir tanı. Bugün geldiğimiz noktada toplumun sahip olduğu kültürel yapı üzerine sayısız gözlemde bulunulabilir. İstatistiksel verilerin de gösterdiği gibi okuma-yazma ve düşünme alanlarında giderek gerileyen bir kitlesel eğilime sahibiz. Toplumun kimi kesimlerini dışında tutsak bile çoğunluğu, hemen her konuda konuşabilen, görünürde bilgi sahibi(!) ama pek bir şey bilmeyen kalabalıklardan oluşuyor. Eğitimle oynayarak bozmanın sonunda böyle bir kitlenin bilinçli olarak yaratıldığı kesin. Çünkü böylesi kalabalıkları yönetmek ve yönlendirmek çok kolaydır. Yığınlar, tapınç nesnesi olarak ortaya çıkan kişinin peşinden sürüklenip gider. Böylesi bir durumun tek sakıncası, bilinçsizliğin yaratacağı belirsizliktir. Bu nedenle egemenliğin devamını sürdürme bağlamında kültürsüzlük tabanını güçlendirecek aynı anlayışın kültürünü kuvvetlendirmeye gereksinim duyulması normal. Kısacası muhafazakâr anlayışı yerleştirmenin zorunluluğu açıkça görülüyor.
Kanımca böyle bir endişe kendi içinde büyük bir çelişki taşıyor. Nedeni çok basit aslında. Hem yaratma yetisi budanmış, kültürsüz bir kitlenin varlığı üzerinde egemenlik kurulacak hem de aynı kitlenin kültürel iktidarını sağlamadaki sıkıntıların giderilmesi gündeme taşınacak. Bu düşüncenin gerisinde, kültür ve sanatta yaratıcılık sorunu gibi bir endişe aramanın boşluğunu söylemek zorundayız. Oysa, sanattaki özgürlük alanı tepeden inmeci değil, bireylerin kendiliğinden ve düşünmelerinin önündeki tüm perdelerin kaldırılmasıyla gerçekleşir. Böylesi bir anlayış, toplumların ilerlemesinde itici bir güç rolünü oynar. Zamanın göreceliğine vurgu yaparken ülkemizde yaşanan gel-gitleri anımsadık. Çoğunlukla hep aynı noktanın çevresinde dönüyor gibiyiz. Kısır döngünün içinden çıkabilmek özgür düşünce ile yaratıcı sanatın varlığıyla olasıdır. Çağdaşlaşmanın yolunu açacak olan da bundan başkası değil.
(1)- Sanat Olayı, Aylık Dergi, Ekim 1981, sayı: 10, s.:28