Yaşarken pek de anlamına varamadığımız kimi olaylar üzerinden zaman geçtikten sonra aydınlanır, duru bir görünüme kavuşur. Ama artık o süreçle bir bağımız kalmamıştır. Yeni ulaşılan durumla yaşamaya alışmak zorundayız artık. Eskiyse, anılarda kalan buruk bir tattır bizler için.
Bu durumu en iyi politikacıların bildiğine kuşku yok. Toplumu dönüştürme adına çıktıkları yolculuk sırasında izledikleri yol haritası ile neyi amaçladıklarını önceden belirlerler. Dünyada kalan son üç imparatorluğun dağılma süreci Birinci Dünya Savaşıydı. Tarihteki imparatorluk döneminin bitişiydi yaşanan. Anımsayalım o imparatorlukları: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rus(ya) Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu. 1918 yılı, bu üç devletin dağılmasıyla sona erdi. Bizi ilk elden ilgilendirenin Osmanlı olduğunu söylemeye gerek yok. O güne değin Osmanlı yönetiminin yalnızca asker deposu ve vergi kaynağı olarak yedeğinde tuttuğu Türkler, Atatürk’ün öncülüğünde başlatılan kalkınma ve eğitimle bilinçlendirilmeye çalışıldı. Osmanlı’da saray, ordu ve önemli tüm işler devşirmelerle yürütülürdü. Son dönemlerde Avrupa’daki gelişmeler karşısında üstünlük sağlayamayan Osmanlı, zorunlu olarak Anadolu insanını ordusuna asker olarak almaya başladı. Çünkü artık Avrupa’dan para, çocuk, güzel kadın gelemez olmuştu. Ezilmiş Anadolu insanını özgüvenle kendine getirmenin yolu “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” özlü sözünde anlamını bulmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda bilim, sanayi, kültür ve sanatla yola çıktı. Amaçlanan hedef çağdaş ve uygar bir dünyanın bireyi olarak varlığını kanıtlamaktı. Bunu yaparken de toplumun ayağına bağ olan tüm gerici düşüncelerden kurtulmayı düşlemişti.
Ancak, bölgemizdeki dengeler açısından Türkiye olumsuz bir örnek sayıldı. Bir tanesini çektiğinizde yıkılacak duvarın o tek taşıydı ülkemiz. Arap ideolojisinin açmazlarını gösteren örnek ülke Türkiye, salt bu nedenle hedef seçildi. Eskiye dönüşün yeni temsilcilerinin 12 Eylül 1980 darbesiyle kök saldığını görmek için fazla çabaya gerek yok. Adım adım aşılan eşiklerle bugüne ulaştık. Şimdi pek anımsanmıyor ama 12 Eylül’de “Türk-İslam Sentezi” gibi bir garip kavramla yola çıkmıştı darbeciler. O zamandan günümüze bu sentezin “Türk”ü atılarak geriye kala kala “İslam”ı kaldı. Çünkü “Türk” kavramı kendileri için asıl olan ikincisine atlamak için bir basamaktan başka bir şey değildi. Şimdi var güçleriyle 7. yüzyılın Arap dünyasını yeşertmek için adımlar atılıyor. Tüm ideologları o dönemi güzel göstermek için var güçleriyle çabalıyor.
Atatürk Türkiye’sinin çağdaş her kurumu yok edilme tehlikesi karşısında. Kamu galerileri kapatılıyor, tiyatrolar satılıyor, kimi sanatçılar satın alınıyor. Bugüne değin sarsılmaz kabul edilen kurumlar da genleriyle oynanarak değiştirilme yoluna gidiliyor. Bunlar yapılırken de her kavramın tersini kullanarak çarpıtmaya çalışıyorlar. Baskı ve yasaklamaya “ileri demokrasi”, eskiye dönüşe “yeni”, her şey el koymaya “tüyü bitmemiş yetim hakkı” gibi kavramlar yapıştırılarak süslendiği açık. Artık istenmeyen filmler, konserler için yer bulmak başlı başına sorun. Sergiler derseniz, kamu elini ayağını çoktan çekti.
Milliyet Sanat Dergisi’nin 1 Şubat 1974 tarihli 65. sayısına bakarken yukarıdaki düşünceler şöyle bir gelip geçti. Söz konusu sayı “Sansür” dosyasını içeriyor. (O yılların dergisi içerik yönünden ne denli zenginmiş, şimdi daha iyi anlaşılmakta!)
Oradan öğrendiğimize göre ülkemizde sansürü ilk uygulayan İngilizler olmuş. 1919 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yapıtından uyarlanan “Mürebbiye” filminin gösterimini yasaklamışlar.
Verilen örnekler arasında ‘70’li yıllara ilişkin iki tanesi oldukça ilginç. İlki “Sessiz Harb” filminde geçen bir anlatım. Olay şu: Filmdeki Washington kaynaklı bir habere göre “Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye verdiği sualtı atom mayınlarının dökülmesine başlanmıştır” şeklindeki bir tümce, bir sırrı açığa vurduğundan ve radyolarımızda böyle bir haber verilemeyeceğinden bu anlatımın çıkarılması istenmiştir.
İkinci ve asıl üzerinde durulması gereken sansür gerekçesi üzerinde durup düşünmeyi gerektiriyor. “Ağlarsa Anam Ağlar” filminin yasaklanma gerekçesinde yazılanlar şöyle: “Mahmut’un yirmi günlük kurs için askere gitmesi sebebiyle sevgilisinden ayrılması ve başına gelen bütün faciaların Nizamnamenin 7/7’de belirtilen halkı, askerlikten soğutucu bir nitelik taşıdığı bu safhaların başka bir sebebe dayandırılması.”
Bir filmde geçen ve doğrudan bir bağlantısı bulunmayan öykünün bile askerlikten soğutma nedeni olarak görüldüğü günlerden bugünlere ulaştık. Kimi kurumların dokusu gevşetilirken onların yerine katılaştırılan dogmatik bir yapı karşısında bulunduğumuz her gün daha iyi anlaşılıyor. Onların kurmaya çalıştığı bu yapının sansür ve yasaklamalar üzerinde yükseldiğini söylemeye gerek yok sanırım. Yasaklamaları gizlemenin en kestirme yolu da yalana başvurmaktan geçiyor.
En büyük günah sayılan yalan, en vazgeçilmezlerin başında gelmez mi?
Oysa sanat, doğruyu, çağdaşlığı, yaratıcılığı, birlikte üreterek yaşamayı gösterir.