Bu sabah işe gelirken bundan sekiz ay önce sabahları evden çıkışımı anımsadım. Sonra da bütün bu aylar boyunca neler yaşandığını… Günler birbirine benziyor olsa da nasıl birbirinden fersah fersah uzak dönemler hâlinde kümelendiklerini fark edince şaşırdım. Dışarıdan bakmak dedikleri bu olmalı; böylece bütünü daha net görmek…
Sabah erkenden çıkıyorum evden. Bulunduğum şehrin ve ev ile işyeri arasındaki ulaşımın rahatlığının keyfini çıkarıyorum. Arabanın kontağını çevirir çevirmez radyomdan gelen sesle sarmalanıyorum. Ben radyocugillerdenim; tam bir radyo severim. Yıllardır arabada günaydınlaştığım TRT-3, ofisimde kaldığım süre boyunca beni yalnız bırakmaz. Hastalarımın, ‘sizin odanızda nefes açan bir hava var,’ diyerek kastettiği ortamın en önemli mimarlarından biri radyomdan hafif hafif gelen müziktir. Yolda, saat sekizden önce dinlediğim program, sabahın en güzel eşlikçisi… Onun nota nota işlediği duyguların üzerine, yolculuğumun güzergâhı fazladan sürprizler ekliyor. Yılın gününe göre aydınlık ya da alaca karanlık, gün doğumunun farklı evreleri olabiliyor. Ormanlık alanın ortasından geçen bir bağlantı yolunda yönüm dağlara doğrudur. Hem de Honaz Dağı merkezli bir dağ manzarası bu… Böylece her sabah, doğanın seçtiği, radyo program yapımcısının ayarladığı görsel ve işitsel şenlikle bu yolu kat ediyorum. Duyan da kilometreler gidiyorum sanacak. On dakikada hastanenin otoparkındayım. Klasik müzik kuşağı başlarken kontağı kapatıyorum. Gerisi için hastane koridorlarından başka engel yok önümde. Odama girdiğimde ilk iş radyonun düğmesine basmak oluyor.
Bundan aylar öncesindeki sabahlar hakkında söyleyeceklerim, sabah işe giderken yaptığım bu özel yolculukların hemen öncesine ilişkin. Evin kapı eşiğine zamanlı. Pandeminin ikinci haftasının bitimine. Bu kadar net tarih verme nedenim, o yaşananları yazmış olmam. Asla unutmam, bu duygu içimden çıkmaz dediğimiz ne çok an etkisini zamanla yitiriyor, hele benim gibi unutmaya teşne zihinlerde… O nedenle yazmak, aynı zamanda kişisel tarihime not düşmek oluyor. İçinden sanat geçen, en özel deneyime kapı aralayan o anıyı aktarayım:
İki haftadır ülke çapında büyük bir mücadele veriliyordu. Dünya’yı ilgilendiren bir salgının, pandeminin içinden geçiyorduk. Bu sırada gerçekten de ‘geçip gitmeyi’ dilemediğimiz tek an yoktu. Mart ayının sonundan söz ediyorum. Bu günler, o zaman ne denli büyük bir muammaydı; hem kaygı hem umut vesilesi… O zaman da bu sürecin bize katacakları ya da götüreceklerinin büyük ölçüde bize bağlı olduğunu düşünüyordum. Ben umudu seçmiştim, gülümsemeyi… Sonunu değiştirmeyeceğinin bilincinde olsam da o zamana dek geçen zamanımı bu şekilde dönüştürmek mümkündü. Zaman, bana haklılığımı kanıtladı.
Pandeminin en başında, derin bir nefes alıp savaşmayı seçtim. Sürecin dışında kalsam daha kaygılı ve ürkek olacağımı biliyordum. Oysa hastalara el uzatırken hem hastalığı daha iyi tanıyacak hem de gücümü, sınırlarımı, o sınırları güvenli şekilde nasıl genişletebileceğimi öğrenecektim. Bu sırada kazandığım küçüklü büyüklü zaferler beni sağaltıyor, kalkıp savaşa yeniden katılmamı sağlıyordu. İşte sabahları bu savaşa beni uğurlayan eşim, Verdi’nin Aida operasından bir repliği haykırıyordu her defasında: Ritorna vincitor! Etiyopya kralı olan babasının ordusuyla savaşacak olan sevgilisi Radames için, Prenses Aida’nın söylediği aryanın adından alıntıladığını söyledi: Galip dön! Aklıma yazdım ve kısa süre sonra internette bulup operanın tamamını izledim. İçimi coşkuyla doldurdu. O an için, hemen öncesindeki bütün can sıkıntısını söktü attı.
Ritorna vincitor aryasında, prensesin çelişkili duygularının çok güzel yansıtıldığını düşündüm. Mısırlılar tarafından tutsak alınan ve Mısır prensesi Amneris’e hizmet etmeye zorlanan Aida ile Mısırlı bir savaşçı olan Radames birbirlerine âşıktır. Babasının Aida’yı kurtarmak için gönderdiği Etiyopya ordusunu durdurma görevi Radames’e verilmiştir. Aida, aşkı ile anavatanı arasında kalır. ‘Babamın göğsünde olmak istiyorum,’ derken ‘peki aşkımdan nasıl vazgeçeceğim,’ diye ağlar. Kanla boyanacak aşkı için korkuyordur. Elbette ben de galip dönmek istiyordum, bir savaşta her tür olasılığın farkında olup benim adıma endişelenenler olduğunu bildiğim gibi... O günlerde, Metropolitan Opera’nın her gün eski kayıtlardan birini ücretsiz paylaştığını öğrenince, en yorgun ve gergin iş günlerinin gecesi sağaltım seanslarına dönüştü. Onlarca operayı, hem de alanında dünyanın en iyilerinden olan bir kaynaktan içtim. Bambaşka hayatları yaşarken, eğitilen kulağım giderek ses renklerini ayırırken, o sesleri kullanma tekniklerine ve yapılan sanata âşina olmaya başladı. Ne şans ki Aida’yı da orada izlemek mümkün oldu.
O günlerden bugünlere ne çok olay yaşandı. Değişmeyen yalnızca, her koşul için onun diyalektik yapısını fark etme çabam oldu. Kapana kıstıran ve özgürleştiren tezatlıklarına dikkatimi yöneltmeyi hiç ihmal etmedim. Hayatta ve sağlıklı kalmak önceliğim için kendimi korumayı ihmal etmediğim gibi… En başından beri, sosyal mesafe ve toplumsal hareket kısıtlaması kavramlarına harfiyen uyuyorum. Yasaklar kalkmışken ve henüz yeniden konmamışken, yeterli ya da yetersizken de kendimi, çevremi korumak adına gönüllü yalıtımı uyguluyorum. Bunu aklımla seçtim. Kimsenin zorlamasına gerek kalmadan, bir an bile tedbiri elden bırakmadan salgının bitişini hayal ediyorum. Çünkü aldırmazlık ve özensizliğin, yalnızca bir kişiyi ilgilendiren bir durum olmadığını, en yakınlarına, çalışma arkadaşlarına bulaştırma riski yanında yaşamını kaybetme veya kalıcı hasarla bu yaşam mücadelesinden çıkma risklerini barındırdığını her gün hastalarımda gözlüyorum. Bana göre ‘Normalleşme süreci’ adı verilmesinde sorun vardı; tek bir insandan bütün dünyaya yayılan bulaşıcı bir hastalık için hayat ancak son hastanın da iyileşmesinden sonra normale dönebilirdi. İnsanların önlemleri hiçe sayarak kalabalıklar hâlinde sosyalleşmesi, ekonomik kaygılar ve ülke çıkarları gerekçesiyle kısıtlamaların ortadan kalkması ağır bir faturaya dönüştü. Kazandığımız küçük küçük zaferlerle koca pandemiye kafa tutarken üzerimize korkunç bir çığ kütlesi düştüğünü hissettim.
Söylenen ve söylenmeyen her türlü korunma önlemini alırken bunu aklımla seçtiğimi söyledim. Bunu söylerken, aslında salgın yönetiminin çok bileşenli olduğunun ben de farkındayım. Bunlar arasında toplum üyesi insan olarak üzerime düşenleri belirlerken aklımla hareket ettiğime vurgu yapıyorum. Oysa gerçeklik-sonrası olarak anılan yaklaşım, aklı hiçe sayıyor. Salgının bir senaryo olduğunu düşünenler var; kaybettiğim hastalar filmin sonunda neden kalkıp rol dışındaki yaşamlarına dönemiyor o zaman? Hastalığı bulaştırdığı kişinin, bazen en yakınının çektiği acılara seyirci kalmak zorundaki insanlar, neden koltuklarından kalkıp gidemiyor?
Bana bir şey olmazcılar var bir de. Sosyal yaşamdan vazgeçemeyenler ayrı bir topluluk. Salgının en alevli zamanında, yoğun bakımlar doluyken, acillerde yoğun bakıma gidebilmek için oradan iyileşip çıkan olmayacaksa bile bir hastanın ölmesini bekleyenler varken, sağlık çalışanları ‘yorulduk, tükendik bize yardımcı olun, hastalığı bulaştırmamak için zorunlu olmadıkça evden ayrılmayın’ derken hayatı sekiz ay öncesindeki gibi aldırmazca sürdürenler için aklımda büyük ustanın dizeleri dönüp duruyor:
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Bu zamanı kendine dönmek, o zamana dek haberdar olunmayan kültürel zenginleşme seçeneklerine dört elle sarılmak, bu sırada da tazelenmek, düşünsel anlamda zenginleşmek ve üretmek için yollar keşfetmekle geçirmek mümkün. Ne yaşadığımız değil, onu neye dönüştürdüğümüz, kısıtlanma gibi görünen anlardan özgürleşmeler, sınırlarımızı genişletmeler çıkarıp çıkarmamamız önemli.
Yaşamak, bir özgürleşme deneyimine dönüşsün öyleyse…
GÖKSEL ALTINIŞIK
19 Kasım 2020, Denizli