Müzik, doğası gereği dinleme eylemiyle özdeşleşmiştir. Zira müzik, sesten yapıldığı, ses de titreşim olduğu için, böyle bir malzemenin hitap edeceği duyusal biçim, işitme yetisiyle ilgili olacaktır. O nedenle müzik, işitmek için evrimleşmiş olan kulak organıyla algılanır. Ancak bu algılamanın bilişsel bir anlamlandırmaya dönüşmesi, her duyuda olduğu gibi beyinde gerçekleşir. Zaten müzik kavramı, Eski Yunan mitologyasından mülhem Musa kavramından türemiştir. Her bir sanata esin veren periler olan Musalar, insanın doğayı dönüştürürken simgeler üretebilme becerisinin en şiirsel ve bilgece ifadeleridir. Kavram, ‘Musa’ya ilişkin’ anlamında Fransızca telaffuzla ‘müzik’ (musique) haline dönüşmüştür.
Türkiye’de ‘müzik’ denildiği zaman başka, ‘mûsıkî’ denildiği zaman başka anlambilimsel, hatta ideolojik vurguların olduğunu görüp bu yapay ve anlamsız ayrım üzerinden iktidar tesis etmeye çalışanların acıklı hali, sözcüğün kökenbilimine girince iyice açığa çıkıyor. Müziği doğadaki sayısız sesten ayırt eden temel özellik, onu insan aklının iradeyle şekillendirmesidir. Her müzik sestir. John Cage’inki gibi aykırı deneyler dışta tutulduğunda, benimsenmiş olan ses sistemi, geliştirilmiş olan müzik tasavvuru ne olursa olsun, müziği yapan yegâne unsur sestir. Aslında Cage bildiğimiz anlamda sesi müzikal eserden buharlaştırırken, yine ses kavramına gönderme yapıyordu. Ancak tam tersi yönden giderek, sesin negatif imgesini, onun yokluğunu vurgulayarak, dinleyiciyi, sesi yeniden düşünmeye davet ediyordu. Diğer yandan, ‘müzik’ olarak bildiğimiz ses düzenleme mantığını kesintiye uğratarak, yapılanmış dinleme pratiğinin dışındaki seslerin de (gündelik sıradanlığın vazgeçilmez parçaları olan, algılanamayacak kadar fizik ortamın parçası haline gelmiş çevre sesleri) ‘müzik’ kavramına dâhil edilebileceğini gösteriyordu. Unutmayalım; bu öncü sanatçının aykırı girişimi bile, tekil bir örnekte sıra dışı bir deney olarak kalmıştır. O yüzden, öncü sanat üzerine ahkâm kesenlerin pek çoğu, Cage’in 4’33” deneyi (bu bir ‘eser değildir; Cage bizatihi bu kavramı da bir defalık performansa dönüştürerek yıkmıştır) ve Marcel Duchamp’ın ‘La Fonataine’inden (Çeşme) başka örnek veremezler. John Cage, bu deneyi dışında, hep sesi ve yerleşik müzik kavramını sorgulayan birçok çalışmaya imza atmıştır. Her birinde yenilikçi, beklenmedik sürprizleri yalnızca dinleyiciler için değil, aynı zamanda icracılar için de cin çuvalından hep çıkarmayı başarmıştır. Ancak bütün bu eserlerde, her ne kadar köktenci deneylere girişmişse de, sonuçta ses denilen titreşiminin insan aklından süzülüp aldığı halleri, alışılmadık patikalar açarak, yorumsal bir ifade biçimine dönüştürmüştür. Sonuçta müziğin eleştirisi bile sese atıfta bulunarak olmak zorundadır. Müzik sestir.
Ancak her ses müzik değildir; çünkü sesin müziğe dönüşmesi, tam sözcüğün mitolojik kökeninde imlendiği gibi, bir esin meselesidir. Ancak bu, romantizmin modern akıllara nakşettiği esin, ilham kavramındaki bir nevi vahiy gibi bir ilâhi tesadüf şeklinde değil, aklın süzgecinden geçerek olur. Diğer bir deyişle, esin perisi, sihirli bir dokunuşu değil, insanın başka hiçbir türde var olmayan kavramsal soyutlama yapabilme becerisini simgeler. Öyleyse müzik, insanın akılla, muhakeme yeteneğiyle, doğanın bir anlamda ham halde sunduğu sesleri düzene sokma, onları bir sistem mantığı çerçevesine ‘ehlileştirmesi’ anlamına gelir. Bu durum, müziği bestelemek kadar, onu icra etmek ve en önemlisi dinlemek için de geçerlidir; hatta belki en çok dinleme eylemi bağlamında geçerlidir.
Müziğin, sesin iradi bir düzenlemesi olduğu gerçeği, bizi seçimler yapmaya yönlendirir. O yüzden bir ‘müzik zevki’nden bahsederiz. O yüzden zevklerin çeşitliliği tartışılmazdır. Hatta günümüzde artık küresel düzeyde hareketli, akışkan, değişken, kesip giden müzik zevki matrislerinden bahsedebiliyoruz. Yalnızca bir türün dinleyicisi olan, yalnızca belli anlarda müzik dinleyen, bütünsel bir bağlamda dinleyen (albüm, dönem, besteci, tema, vb.) sayısı git gide azalmaktadır. Etkileşimsel ve bireysel kullanıma açık teknolojik araçların her yerde bulunabilmeleri, küçülmeleri, depolama kapasitelerinin artması, bu çoğul dinleyiciliği her geçen gün daha fazla teşvik etmektedir. Ancak mesele, yalnızca teknolojinin olanaklarının bunu mümkün kılması değildir; aynı zamanda, müzik dinleme pratikleri, içinde yaşadığımız dünyanın eylem mantığı cinsinden yeniden tanımlanmaktadır; akışkan, parçalı, bütünlüksüz. Bir olguyu, fikri, eylemi, kavramı, bütünsel bir şekilde izlemeye ne gerek duyuyoruz ne buna sabrımız var. Süreksizlik, yaşamı zaplamak yalnızca moda değil, aynı zamanda, belirsiz finans kapitalizmi içinde kazandıran bir eylem tipinin ifadesidir. Bu parçalı dinleme pratiği ve müzik tasavvurunun demokratikleştirici etkileri olduğu muhakkaktır. Ancak aynı zamanda zihnin parçalı, bütünlüksüz işleyişini, dolayısıyla odaklanma becerisini de önemli ölçüde tahrip ettiği bir gerçektir. Bu durumun doğal sonucu olarak, müzik deneyimi, hızla bir dinleme etkinliği olmaktan çıkıp fonda eşlik eden gürültü haline dönüşmektedir.
Müziksiz yapamıyoruz; orası muhakkak. Ama müziksiz yapamamak, onun ontolojisine duyulan bir merak, onu keşfetme arzusundan değil, onu salt ritme, hatta bir çeşit atıma dönüştürme gereğinden kaynaklanmaktadır. Buna yaparken, en çok sildiğimiz unsur, müziğin bizatihi, onu müzik yapan iradi boyutudur; bu ise aklın alanının git gide küçüldüğü bir dünyada hiç şaşırtıcı olmasa gerek. Müziğin bu kendi varlığıyla var oluşunun olanaksızlaşması, onu gündelik yaşamın sıradanlığının fazla saydam, fazla sıradan bir kabuğu haline getirmektedir. Diğer bir deyişle müzik, bir düşünsel etkinlik olmaktan çıkıp hem her yerde hem hiçbir yerde olan kamusal bir a priori’ye, ön kabule dönüşmektedir. Birçok toplumsal kural ya da uygulamayı açıklarken “bu böyledir”, “zaten hep böyle olmaz mı?”, “öyle görmüşüz”, “hani hep olur ya”, “bilirsiniz, öyledir ya”, “doğrusu budur”, vb. söylem formülleriyle yokladığımız, ama ne olduğunu sorgulamadığımız yapılaşmış toplumsal doku unsurları gibi, müzik de, bu saydam sıradanlığın ayrılmaz bir parçası, hatta kurucu unsuru haline gelmiştir. Kaçınılmaz olarak, müzik artık dinlenilen değil, mâruz kalınan bir olgudur.
Müziğin düşünsel bir eylem olmaktan çıkıp sürekli bir toplumsal gerçeklik inşa ‘terkibi’ haline dönüşmesi, onu kamusal alanın vazgeçilmez bir yapısal boyutu haline getirmiştir. Renkler, biçimler, anlamlandırma kategorileri, dil, vb. gibi bir unsur olarak algılanan müzik, doğal olarak, onlar kadar kamusal alanda yer kaplayacaktır. Üstelik tüketimin bir toplumsal saplantı ve var oluş biçimi haline geldiği sanayi-sonrası üretim ilişkileri içinde, müzik, neredeyse tamamen bilinç-altı düzeyde çalışan bir güdüleyici olmuştur. Yaşamın her ânı müzikle inşa edilmektedir. Bu basit bir süsleme ya da eşlik etme eylemi değildir; müzik gerçekliğin aksesuarı değil, inşa edicisi, temel yönlendiricisidir. ‘Müziksiz yapamama’nın özünde böyle bir bağımlılık ilişkisi yatar; onsuz dünya deneyimi eksik kalmaya mahkûmdur; hatta peşinen gerçeklik olarak bir arada tutulamayan parçalardan oluşur; onları ancak müzik bir araya getirir.
Müzik yalnızca tüketim etkinliklerinin vazgeçilmez bir parçası değildir; ama en çok o anlarda vazgeçilmezdir. Artık müziksiz bir alış-veriş merkezi, süpermarket, butik, dükkân düşünülmez olmuştur. Tüketiciler, alış-veriş esnasında müzik yokluğu durumunda, uyuşturucu krizine girmiş bağımlılar gibi handiyse saldırgan bir şekilde talepkâr olabilmektedirler. Tüketim etkinliğinin türüne göre, müzik türü, yani aslında ritim örgüsündeki vuruşların sertliği, temponun ayarı ve toplam ses hacminin yoğunluğu tercih edilmektedir. Örneğin gençlere yönelik daha cool giyim eşyası satan bir mağazada, satıcıyla iletişim kurmayı bile güçleştiren ses hacminde rock, ama çoğunlukla pop müziğe boğulmuş bir mekân yaratmak, pazarlama politikasının vazgeçilmez koşuludur. Ancak tüketimin az ya da çok dışındaki mekânlarında müzikle kuşatıldığını biliyoruz. İnsanın temel fizyolojik gereksinimlerini karşıladığı mekânların müzikle donatılması tesadüf olabilir mi? İster fast-food mekânları olsun ister fine-dining lokantaları, müziksiz bir ortam düşünülemez hale gelmiştir. Ancak bu, eğlence amaçlı da olsa bir müzik icrasından farklı olarak, artık solunan havanın doğal bir bileşenine dönüşmüş olan müziktir.
Aynı şekilde tuvaletler de müzikle kuşatılmaktadırlar. Garajlar, asansörler, kamusal meydanlar, bekleme odaları, çalışma mekânları, toplu taşıma araçları az ya da çok müziğin yönlendiriciliğinde yeniden kurulan deneyimlerdir. Uçağın kalkışından önce ve inişinden sonra çalınan müziğin, modern insanın, tekno-bilimsel hakikat rejimine inanmakla ondan kuşku duymak arasında salınan korkulu ruh halini yatıştırma işlevi olmadığını kim iddia edebilir? Yoksa uçakta (en âciz olduğumuz kapanma hali olduğu için en çok orada) çalınan Çaykovski balelerinden birinin ‘best-of’larından biri mi, yoksa makam müziği malzemesini çağdaş popüler beklentilere uygun olarak yeniden kalıba döken mâhir bestekârların birinin bir eseri mi olduğu pek önemli değildir. Zira uçak havalanmadan önce ne herhangi bir Requiem’i, ne örneğin Itrî’nin Nevâ Kâr’ını dinleyecek ruh hali mevcuttur. Aslında bu ‘ağır’ eserleri dinleyecek zaman parçası ve ‘ruh hali’ (haydi ‘mod’ diyelim), bırakın uçakta geçirilen gergin dönemi, yaşamın hiçbir ânında mevcut değildir. Popun önlenemez yayılımı, bütün türleri, üslûpları, zevkleri ele geçirmekte, buna karşılık müziği kaçınılmaz bir toplumsal norm gibi sıradan bireye dayatmaktadır. Bugün artık, müziksiz kalma hakkından bahsetmek yanlış olmaz; ancak böyle bir talebin ne kadar toplumsal meşruiyeti olacağı kuşkuludur.
Müzik günümüz kamusal mekânının vazgeçilmez kurucu bir unsuru haline geldikçe, sigara dumanı gibi, ne yapılırsa yapılsın mâruz kalınmaktan kaçınılamayan bir özellik kazanmaktadır. Buna mukabil, müziğin bunca her yerde ve yokluğu düşünülemez saydam bir ideoloji haline gelmesi, ironik bir şekilde en çok onun kendi varlığını yok eder. Musalar’dan esinlenerek dinlemek, insanın iradesini, aklını hareket geçirmesini gerektiren bir düşünsel etkinlikti. Müzik bugün daha ziyade dinlememek üzerine kurulu bir kalıplaşma süreci gibi görünüyor; içinde onu müzik yapan en temel özellikten, iradeden yoksun halde. Bunca akıl-dışılığın taçlandırıldığı bir dünyada böyle bir güdüsel indirgemeye neden şaşıralım?