Covid-19 gelene kadarki toplum hayatımızda sürekli hareket, amacını yitirmiş bir alış-veriş, sonsuz akış, görüntülere boğulmuş bir yüzeysel var oluş, başta politika olmak üzere her alana sirayet etmiş, elektronik iletişimle çoğaltılmış boş söylem ve bunların hepsini besleyen zıvanadan çıkmış bir tüketme arzusu vardı. Bu garip ve tarihsel askıda kalma dönemi, bütün alışkanlıklarımızı, özellikle mebzul miktardaki kötü olanları, yeniden düşünmek ve bunları yönlendiren temel kapitalist düzeni sorgulamak için bir fırsat olarak kabul etmeyi başaranlar için, sıra dışı bir kazanç olacaktır. Ancak yeterince donanımlı kılamadıkları varlıklarını bu içi boş gürültü ve hareket fırtınası içinde tanımlamaya çalışıp nefes nefese, yapay bir telaş içinde koşturmayı hayatın en büyük amacı olarak benimseyenler, olasılıkla içeride en çok sıkılanlardır. İşi (ya da işsizliği) ve konumu gereği ekmeğini günübirlik kazanmak zorunda olanların var oluş mücadelesi, genellikle bu sıkılma ayrıcalığının dışına düşüyor. Sıkılmak, her şeye karşın, göreli de olsa güvenceli bir hayata sahip olanların özel oyuncağı gibi tasavvur edilebilir.
Hayat mücadelesini, aslında her zaman olduğu gibi zorlukla sürdürmek zorunda olan çok geniş eğreti emekçi kitlesi bir yana konduğunda, evine kapanarak sosyal ve ekonomik anlamda büyük kayıplara uğramayacak olanların, Corona günlerini derin ve yönsüzleşmiş bir sıkıntıyla geçiriyor olmaları, bir anlamda kendine sunulan hediyeyi reddeden şımarık çocukların tavrına benziyor. Oysa bu kapanmanın hepimizin için ceza olan bir boyutu bulunduğu kadar, pek azımızın farkına varabildiği bir hediye niteliği de var. Tüketime boğulmuş var oluşumuzun yarattığı anestezi etkisi altında, saçma bir telaş görüntüsündeki amaçsız hayat kurgumuzun, işe yaramayacak kadar küçük kırıntılara parçaladığı zaman mevhumu, en başta ve en çok aklımızı, entelektimizi besleyecek kaynaklardan uzaklaşmamıza neden olmuştu.
Elektronik iletişim (isterseniz o yanlış adlandırmayla adına ‘sosyal medya’ da diyebilirsiniz) var oluş alanımızın neredeyse tamamını işgal etmişken, ne kendimize eleştirel mesafe almayı mümkün kılıyordu ne bizi saran ve onca kutsadığımız (eğitim ve kariyer ideallerimizin işlevsellik, pragmatizm ve para odaklı olması) ekonomik mantığın sorgulanabilir bir olgu olarak düşünülebilmesine cevaz veriyordu. Basmakalıp hayat tarzı imgelerini ödünç alarak yaşamak, bu tüketim-yoğun dünyada kendimize sunabildiğimiz yegâne ülkü haline gelmişti. Büyük kentin huzursuz koşturması, dayatılmış zorunluluklar, gizli muhafazakârlığın gönüllü yeniden üretimi, bunların somut hayat hedefleri olarak saygın yani para getiren işlerde çalışmak, bir nevi vatandaşlık görevi gibi evlenmek, amacını yitirmiş bir şekilde çocuk yapmak, bu çocukları etkinlikler-engelli yarışı içinde büyütmek, onlara paradan başka dikkate değer hedefe verememek, yaşanmaya değer olmaktan çoktan uzaklaşmış, Adorno’nun deyişiyle “hasarlanmış hayat” ya da Attilâ İlhan’ın şiirindeki gibi “yanlış yaşamak”tan başka nasıl nitelendirilebilir? Covid-19 bu anlamda bize olağanüstü bir fırsat sundu: Bu anlamsız hayat tasavvuru ve kurgusu üzerine derin bir soluk alarak düşünmek. Bu düşünme etkinliğini, bütün bu çok meşgul ama çok boş telaştan sıyrılmak için seferber edebilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Corona korkusu, hayatımıza anlam katan asıl gıdanın tükettiğimiz nesneler (maddeler, kavramlar, fikirler, ilişkiler) olmadığını benzersiz bir şekilde yüzümüze çarptı. İnsan olma ayrıcalığımızın bize yüklediği özgün sorumluluğun zemini olan zihnimizi, ona zenginlik katacak kültür edinimleriyle beslemek, bir seçeneğimiz olmaktan ziyade bir ödevimizdir; hele bu kapanmanın hediyesinden yararlanamayan, yalnızca cezasına mahkûm nice yoksun insan olduğunu düşünürsek.
Corona kapanması, onun kapsamlı bir hayat sınavı niteliğindeki cenderesinde, çağdaş bireyi bıkkın bir sıkılma ile hazine bulmuşluğun düşünsel sarhoşluğu arasında bırakıyor. Zihnini besleyip olduğu yerden başka bir yere yol alabilmenin coşkusunu deneyimlemek mi? Yoksa zaten Corona öncesinde de mevcut olan, ancak o yapay tüketme telaşının cilası altında görünmezleşen sıkıntı tarafından tamamen ele geçirilmek mi? Bu birdenbire önümüzde açılan genleşmiş zamanın kapısından içeri girip sonsuz kültür hazinesini keşfe çıkmak mı? Yoksa sosyali tahrip eden sosyal medyada, anlık söz, duruş, poz, imge, ego imalatının umutsuzca uçucu ruh halinin gizli depresifliğini deneyimleyerek, bir var oluş yanılsamasını sürdürmekte diretmek mi? Savaş, her şeyin netleştiği bir durumdur; her şeyin ak ya da kara olarak kutuplaştığı bir keskinlik arz eder. Görünmez bir düşmanla savaşılan bu dönemde, Corona kapanması böyle bir keskinliği önümüze sarih bir şekilde koyuyor. Zihnimizi beslemekle zamanı amaçsızca geçirmek arasında eğilip bükülmeye gelmez bir tercihle karşı karşıyayız. İnsanlaşma serüvenimizde, aklımızı elektronik çöple değil, bizi düşünsel bir gelişime davet eden, uygarlık tortusu kültür ürünleriyle beslemek zorundayız. Bu kapanma deneyimi, kendini düşünsel anlamda biriktirmek için yaşamsal önemdedir. İyi niyetlerle kitap fuarlarından küfeyle satın alınmış, ancak hiçbir zaman okunamamış, en iyi olasılıkla birkaç sayfa didiklenip bırakılmış kitapları yeniden keşfetmenin zamanı çoktan geldi. Covid-19 öncesi hayatımızda türlü bahanelerle (“hep bölünüyorum”, “eve çok yorgun geliyorum”, “kitap okumak istiyorum, ama bir bakmışım sosyal medyada saatler geçmiş”, “dizilerimi seyretmeye bile yetişemiyorum”, “ben artık kitap okumuyorum”, vs.) gündemimizden düşürdüğümüz kitaplar, yalnızca içerikleriyle değil, onlara ayırmamız gereken yoğun zaman, hasretmemiz gereken odaklanmış ilgi, zihnimizle kurdukları derin düşünsel bağlarla bize özel bir deneyim yaşatırlar. Kitap, düşünceye bir bütünlük içinde yaklaşmayı, böylece hayatın içinden akan sorunlarla kararlı bir şekilde baş edebilme yetisini bize kazandırır. Diğer yandan kitap, insanlığın belleğiyle ilişki kurmamızı sağlar; parçalı düşünme, fikir damlacıklarını ve aforizmaları felsefe zannetme, yüz kırk karakter ya da bir görsel malzemeyle kendini ifade etmenin sığ çıkmazından bizi uzaklaştırır. Corona kapanması, dinleyemediğimiz müzikleri keşfetmek için de bir fırsattır. Dünyayla aynı kaderi paylaştığımızı, ancak aynı ortak iradeyle bu mücadeleden galip çıkabileceğimizi, düzenlenen sayısız mesafeli müzik etkinliği vesilesiyle daha iyi idrak ediyoruz. Ancak müzik dinler, kitap okur, nitelikli film seyreder, sosyal medya detoksu uygularken, bir şeyi daha keşfediyoruz: Özellikle sokağa çıkma yasağı uygulanan günlerde, kulaklarımızda doğallaşmış bir fon gürültüsü olan kent uğultusu ortadan kalktığı zaman, sessizliğin olağanüstü gücünü.
Sessizliği dinlemek zordur. Zorunlu kalmadıkça çoğumuz tercih etmeyiz. Nadiren sessizliğe kulak vermek istediğimizde de gürültülerle damgalanmış dünya buna izin vermez. Müziği, kendi başına bir estetik ifade olarak değerlendirmek yerine, ona silik bir eşlikçi, bir nevi toplumsal nabız, tekdüze ritim-sayar muamelesi yapan geniş dinleyici kitlesi için zaten sesin eşlik etmediği herhangi bir eylem, hattâ var oluş biçimi hayal bile edilemez. Ancak müziğin böyle hem her yerde mevcut hem kendisi olarak namevcut varlığı, bizatihi sürekli bir toplumsal fon gürültüsü olarak çalışır. Toplum hayatının, hattâ bireysel alanlarımızın her ânında sürekli ve saplantılı bir şekilde müziğe tutunarak yaşıyoruz. Bir anlamda müzik, bütün zaman ve mekânlara sızan, ancak kendisinden başka her şeyi imleyen varlığıyla, çağdaş birey için, içinde kaybolduğu tüketim labirentinde bir yaşam-destek-ünitesi işlevini yüklenmektedir. Doğal olarak bu müzik-yoğun dünyada en tahammül edilemeyecek olan unsur sessizlikten başkası değildir. Üstelik bireyin duyu alanını görünmez bir hale gibi çevreleyen eşlikçi yalnızca müzik değildir; her türlü sesli uyaranla kuşatılmış hayatımız, bu gürültü akışıyla damgalanmıştır. Böylece sesten inşa edilmiş bir kentte yaşarız; hem fiziki anlamda toplumsallığı paylaştığımız hem mutlak yalıtılmışlık içinde yalnızca kendimize ait içimizdeki kentte. Bu ses rejimi, yalnızca maddi bir olgu değildir; önce ekonomik bir düzen ardından ona yapışık bir ideolojik fânus oluşturur. Sonuç olarak kendimizi ancak kesintisiz sesli uyaranlarla örülmüş bir dünyada tanımlayabilir hale geliriz. Bu ise ciddi politik anlam ve işlevleri olan bir toplumsallaşmayı mümkün kılar. Böylece, damarlarımızda dolaşan kan ya da akciğerlerimize çektiğimiz hava kadar doğallaşan bir dayanaksız yaşayamama hali egemen olur. Müziksiz yaşayamayan, üstelik bunu eğlenerek, gönüllü katılımla deneyimleyen birey, politik olanla ilişkisini de bu tatlı bağımlılık cinsinden tanımlayacaktır. Ses, kuşkusuz kendini ifade etmek, özgünlüğünü dışavurmak anlamını taşır. Ancak bu ses, eğer ona birey tarafından iradi bir yön tayin edilmişse özgürleştiricilik gizilgücüne erişir. Aksi takdirde ses, özellikle müzik, yineleyici ve sürekli bir akış oluşturucu özelliğiyle, bireyi, toplumsalın içinde hep otorite cinsinden tanımlanabilir bir konumda tutar; onu iktidar oyunlarının hem nesnesi hem öznesi kılar. Bireyi insani niteliklerinden sıyıran, kolaylıkla yönetilebilir kılan bir konuma yerleştirir. Oysa sessizliği dinlemek, ona mâruz kalmaktan farklı olarak, handiyse kahramanca bir cüret gerektirir. Sessizliği davet etmek, onu aramak ve kendini onun düzenlenmemiş boşluğuna bırakmak, bunca sesle biçimlenmiş zihinler için çok zorlu bir sınavdır. Corona günleri bizi bu cüretin kıyısına gelip bıraktı.
Sokağa çıkma yasağı, yaşı belli bir sınırın üzerinde olanlar için siyah-beyaz televizyon dekorunda 12 Eylül 1980 atmosferini çağrıştırır; bir de 2000 yılına kadar süren, beş yılda bir yinelenen nüfus sayım günlerini. Bir salgın hastalık nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi Türkiye tarihinde bir ilk oluyor. Asayiş gerekçesiyle görünür düşmanları yerel düzeyde baskılamak gereğinden, kamu sağlığı nedeniyle görünmez bir düşmanla küresel düzeyde mücadele etmeye gelmiş olmak bir gelişme mi sayılmalı? Siyasi baskıdan biyolojik mazerete kamusallığın kısıtlanması, dünyamızın nasıl bütünleşik hâle geldiğini de kanıtlıyor. Birçoğumuz tarihsel öneme sahip bir döneme tanıklık ettiğimizin bilincinde değil. Oysa örneğin, üç padişah, on yıl boyunca savaş, Gelibolu cephesinden sağ çıkma, Kahire yakınlarında İngiliz kampında iki yıl geçirme, Çatalca’ya dayanan Bulgar orduları, altı yüz yıllık imparatorluğun sonu, Cumhuriyet rejiminin gelişimi ve sayısız önemli siyasi olay görüp uzun bir ömür süren büyük ebeveynlerim, bunca badire arasında, 1918 İspanyol gribi dâhil, bu denli eşzamanlı yayılan bir pandemiye tanıklık etmemişlerdi.
Sokağa çıkma yasağı, kamusal alanı boşaltırken, onca kaçındığımız, özel alanın fazla dolmasına da yol açıyor. Bu fazla-yüklü zaman deneyimi, beraberinde sessizlikle kuşatılmamızı da getiriyor. Oysa, tüketim hazzının peşinde çılgın bir hıza kapılmışken sesten bir ırmağa kendimizi bırakmış, sarmal bir mecrada akıyorduk. Bu zorunlu kapanmaların en olumlu sonucu, kuşkusuz sessizliği (ya da olabildiği kadar sessizliği) dinlemeye yapılan zımnî çağrı olsa gerek. Yasaklı günde pencereden başımızı uzatıp otomobilsiz, çarşısız, makinesiz çevreyi gözlemleyen çoğu insan için, bu sıra dışı deneyim bir zevk kaynağı olmaktan ziyade bir endişe üreteci haline kolaylıkla gelebilir. Zira sessizliği dinlemek, onun içerdiği özgürleştirici gücü keşfetmemize yol açabilir. Sessizlik, zorunlulukla gelmişse bile, söylemedikleriyle güçlenir. Onu dinleme cüreti ve dirayeti gösterebildiğimiz ölçüde sessizlik bize konuşur. Olmadığı şeyi, şenlikli bir coşkuyu, devrimci bir dayanışmayı, muktedire gülen karnavalı (Gülün Adı’nda gülmemeyi erdem bilen rahip Jorge’nin korkusu buydu), kendisi olarak ve kendisi için dinlenen müziğin zihinleri fetheden sorgulayıcılığını ve sese dair birçok başka dönüştürücü gücü yansıtır; göstermedikleriyle kendi suretimizi bize yansıtan bir ayna gibi.
Sessizliğin hüküm sürdüğü kent mekânı, en beklenmedik yerde doğanın sesleriyle bizi uyandırıyor. Hâlâ var olduklarından bile kuşku duyduğumuz kuşların cıvıltılarının, sessizliğin içinde gökyüzünü kaplayan bir seskubbe hâline geldiğini hayret ve coşkuyla gözlemliyoruz. Büyük kentlerde yaşarken artık hissedilmeyecek denli doğallaşmış, işitme duyumuzun zeminini döşeyen bir derin fon gürültüsünün varlığından söz edebiliriz. Bu gürültü mecraı, zamanla toprak dolarak gömülen eski yerleşim katmanlarının, çağdaş kent yapılarınınkinden alt düzeyde kalmasına benzetilebilir; zaman ve mekâna hükmetmektedir; ancak görünmez bir temel oluşturur. Sokağa çıkma yasağı, bu derin uğultunun âni kesilmesine yol açmaktadır. Bu yalnızca akustik bir durum değişmesi değil, dünyayla kurduğumuz ses ilişkisinde (ya da belki dünyayı sesle kurma sürecimizde) âni bir kopuş anlamına gelir. Kuşkusuz kentin fon gürültüsünün yararlı ve olumlu bir olgu olduğunu iddia edecek değiliz. Ancak, duyuların alışkanlıkları vardır; modern kent insanı da algıladığı dünyada bu ses-yoğun dokuyu doğal bir durum gibi kabullenmiştir. hattâ bunun yalızca psişik, bilişsel değil, aynı zamanda fizyolojik bir gerçeklik haline geldiği de bir gerçektir. İnsanın, birçoklarımızın zannettiğinin aksine, sabit bir manevi özü olmadığı gibi, değişmez bir fizyolojisi de yoktur. Farklı uyaran durumlarına göre insan bedeni, farklı uyum yordamları geliştirebilir. Duyular bu uyum yeteneğinin en önde giden araçları olmakla birlikte, en temel fizyolojik işlevlerimiz bile çevresel koşullara göre dönüşmeye eğilimlidirler.
Tarih araştırmacısı ve değerli dostum Oğuz Otay’ın Efendi Kaptan Kurtar Bizi! adlı benzersiz kitabında bu duruma çok çarpıcı bir örnek verilir: Birinci Dünya Savaşı başında, Osmanlı donanmasının en gözde gemilerinden biri olan Mesudiye zırhlısı Çanakkale Boğazı girişinde bir koyda demirlenir. Sabit bir gemi, sinsi bir denizaltının arayıp da bulamayacağı bir hedeftir. Britanya donanmasına ait B-11 denizaltısı Mesudiye’yi kolay hedef olarak periskopuna kestirir ve torpidosunu yollayarak onu batırır. Sığ suda tamamen batmayan Mesudiye’de birçok denizci şehit olur; ancak bazıları da yarıya kadar su dolan bölmelerde hapis kalır. İstanbul’dan kaynakçı getirilene kadar ölüm-kalım savaşı verirler. Geminin kaportası kaynakla kesilip sıkışmış gemiciler kurtarılmaya çalışıldığında karbondioksit solumaya alışmış akciğerlere birden temiz hava girince, beklenmedik bir şekilde denizciler ölürler!1
Bizler de kentin gürültü dokusuna alışmış kulaklarımızdan bu doğallaşmış duvar kalktığı zaman, işitme duyumuzda fazla ince ve fazla duyarlı, ancak tanımadığımız bir algı kapısı açılmış olduğunu hissediyoruz. Tanımadığımız şeyler karşısında hissettiklerimiz, kentin bu yeni sessizliği için de geçerlidir: Endişe ve nasıl yöneteceğini bilememek. Sessizlikle baş başa kalmak bu yüzden bizi korkutuyor. Duyularımız ihanete uğramış gibi hissediyoruz. Fondaki astarı kaldırılmış bir algı çerçevesinde ne yapamayacağımızı bilemiyoruz. Sessizliği dinlemek için kod çözüm anahtarını bilmiyoruz. O yüzden sessizlik doğamıza yabancılaşmış bir oluş durumu halinde yadırgadığımız ve bizi rahatsız eden bir tehdit haline geliyor.
Beklenmedik şekilde önümüzde açılan sessizlik evreninin gizlediği anlamları keşfetmeye cüret edelim. Zira bu keşif, uyaran bolluğunda üstünü örtmek için sayısız mazeret bulduğumuz düşünsel gelişim güzergâhımızda bizi kendimizle, hiçbir mazeret, süsleme, örtme, bahane, dekor olmadan baş başa bırakacaktır. Görüntülerin egemenliğinde, simülasyon hayat kurgularında, mükemmellik ve performans tutkusunun baskısında kuşkusuz sessizliğin çağrıştırdığı yalınlığa tahammül edemeyiz. Oysa şimdi, Corona günlerinde sessizlik, olağanüstü bir deneyim olanağı olarak karşımızda açılmış ince bir yol gibi duruyor. Sessizliği keşif, kendi çıplak, yüksüz varlığımızla hesaplaşmanın fırsatıdır. Bu salgın geçtikten sonra, aynı çılgın telaş sarmalı yeniden başlar mı bilemeyiz. Ancak sessizliği dinleme fırsatı, yalnızca küçük bir parantez olarak, olasılıkla kısa süreliğine önümüzde açılmış olacak. O ince yarıktan içeri bakma cesaretini gösterenler, bu süreçten zenginleşmiş olarak çıkabilirler. Sessizlikten, ışıktan kaçan yarasalar gibi uzaklaşmak isteyenler, yine hayatlarını, kendi varlık özlerini örtecek nice madde ve zaman kırıntısıyla kaplamak için telaşlı uyaran yağmurunda boğulmayı tercih edeceklerdir. Onun hissesine koca bir sıkıntıdan başka bir şey düşemez. Sıkıntıyı alt etmenin yolu daha çok müziğe, sese, görsele, boş söze, tüketime kapılmak zannedildiği sürece, korku filmlerinin devam sürümlerindeki gibi, sessiz katil her defasında geri dönecektir. İnsani özümüzü her defasında biraz daha öldürmek üzere…
Corona kapanması, hele sokağa çıkma yasağı günlerinde, çoğumuz için tahammülü güç bir askıda kalma hâli yarattı. Etkinlik yoğunluğuna bağımlılığımızı sınadığı için, benliğimizi zorlayan kapalı kalma deneyimine kent sessizliği eklenince, yeni bir bilinmezle karşı karşıya kaldık. Sessizliği dinlemek kendimizi dinlemektir. Müziğe bunca düşünsel örtü muamelesi yaptığımız için onsuz bir dünya hayal edemiyoruz. Sessizliği dinlemeyi öğrendiğimiz zaman kendi dolaysız gerçekliğimizi keşfedeceğiz. Sessizliği dinlemeyi bilmek, aslında müziği de müzik olarak tasavvur edebilmenin olanağını sağlayacaktır.
Corona günlerindeki sessizlik korkumuz, maskeli kamusal varlığımızla ironik bir koşutluk içeriyor. Melih Cevdet Anday’ın Dikkat Köpek Var adlı simgesel oyununda, bir otorite eleştirisi yapılırken, toplumsal rollere mahkûmiyetimiz de sorgulanır. Bu kısa oyunun sonuna doğru, yüzünde maskeyle görünen Doktor ile Delikanlı arasında geçen diyalog günümüzde ne kadar mânidar hâle geliyor:
Doktor: (…) Siz iyi bir insandınız, sonra hileci oldunuz. İşsizdiniz, iş aramağa kalktınız. Kitap okuyordunuz, âşık oldunuz. Bir insan bu kadar değişirse elbette ona hileci derler.
Delikanlı: Bunları kıskançlığınızdan söylüyorsunuz.
Doktor: Hayır, maskeli olduğum için söylüyorum, çünkü hiç değişmiyorum.2
Artık değişmeyi düşünme zamanı geldi. Corona kapanması bizi değişmeye davet ediyor; önce sessizliği dinlemeye cüret ederek! Hem unutmayalım: Delikanlı’nın ısrarı üzerine Doktor maskesini çıkarır; maskenin altında bir başka maske vardır; köpek maskesi!
ALİ ERGUR
1 Mayıs 2020, Denizli
1 Oğuz Otay (2005). Mesudiye Zırhlısı Osmanlı’nın Son 40 Yılının Tanığı (1874-1914) Efendi Kaptan Kurtar Bizi!, Denizler Kitabevi, İstanbul.
2 Melih Cevdet Anday (1987). Ölümsüzler. Toplu Oyunları-1, Adam Yayınevi, İstanbul, 107.