1)Sevgi Sanat Galerisi; Hüseyin Şahbudak resim sergisi,1-18 mart 2017
‘At murattır’ demişler. Hele rüyanda at görürsen tüm isteklerin yerine gelirmiş. Dolayısıyla insan hayatında atın çok ayrı bir yeri var. At ve tekerlek dünya uygarlığının ve teknolojinin bugünlere gelmesinde en büyük etkenlerden. At sırtında geçen ömürler, savaşlar, göçler… Ulaşım. Ve estetik. Eşeğin güzel ve hüzünlü yüzünden ayrı bir güzellik. At erkek olsun dişi olsun hep dişidir. Zerafet, incelik, uzun ince bacaklar, rüzgarlarda uçuşan yeleler, yerine göre âsi, huysuz (huysuz ve tatlı kadın!...) uysal, sokulgan, ürkek, elden avuçtan kaçıveren… Dişi…
Dostumuz Hüseyin Şahbudak birçok ressam gibi atı eserlerine konu edinmiş. O mu atlara konuk olmuş, atlar mı ona… Bilinmez.
Varlıklar arasında yapılan anlaşmalar vardır. Doğanın ‘ait olduğun türü koru ve devam ettir!’ emri karşısında varlıklar birbirleriyle akitler yapmışlar. Ne bileyim, örneğin tavuklar; ‘beni kesip yiyebilirsin; yumurtalarımı çalabilirsin ama karşılığında benim türümü devam ettirmen koşuluyla’ demiş. Doğa için bireyler önemli değildir; türler önemlidir. O nedenle bireysel düzeydeki felaketler, acılar, mutluluklar doğayı ilgilendirmez. Bireysel dualarımız türün devamına uygunsa doğa o duayı kabul eder.
Ve özellikle insan ile diğer türler arasında yapılan mukavelelere imza atan varlıklar doğadan silinmemişlerdir. At, eşek, tavuk, koyun, keçi, davar… Bunun yanında mukavelesiz canlılar ya yok olmuşlar dinozorlar gibi, ya da yok olmak üzere bulunuyorlar.
İnsanoğlu bu gezegeni yavaş yavaş kemirip yok etmek üzere üretilmiş bir virüse benziyor. Acaba gezegenimiz intihar etmek istiyor da bunun için insanla mukavele mi imzaladı? Ama planetimizle birlikte kendi türümüz de yok olacak. Zaten virütik hastalıklarda böyle olmuyor mu? Ölen bedenlerle birlikte virüslerin kendileri de ölüyor.
Doğanın sadece türlerin devamına önem verdiğini sanırım Platon da anlamış. Ona göre yoktan var olan, türeyen türler yoktur. Bütün türler zaten model olarak kalubeladan beri (en eski zamanlar) vardır. Zaten model olarak var olan varlıklar zorunlu bir ihtiyaç ortaya çıkınca içerisinde bulunduğumuz matrikste belirirler.
Doğanın mesela ne bileyim Ali diye bir varlık umurunda değildir. Ali doğa için yoktur da. Sadece ve sadece insan denen bir ‘tür modeli’ vardır. Bu tür içerisinde, Ali’ler, Veli’ler, Zeynep’ler, Eva’lar,Ayşe’ler, Helga’lar, Rita’lar… Gelirler, giderler. Deniz kabarcıkları gibi… Önemli olan denizdir. Ali ile Veli değil. Biz hepimiz bireyler olarak türümüzün bekâsı (devamı) için yırtınan ve bu uğurda kurban sayılabilecek yaratıklarız.
Hüseyin Şahbudak’ın sergisi Sevgi Sanat Galerisinde açıldı. Günleri şaşırmışım. Açılıştan bir gün önce gittim. Resimler asılmış ama galeride kimsecikler yoktu. İyi de oldu resimleri doya doya seyrettim. Galeri sahibi Sevgi Karaca’yla da bol bir sohbet imkanı ortaya çıktı. Sohbetten ziyade belki de bir (moda olduğu üzere ‘tırnak içinde’ diyorum) dertleşme oldu. Sanat dertleşmesi. ‘Prolongée’ bir sohbet. Yani uzatılmış. Mesela ‘kokteyl prolonje’ deriz. Uzatılmış (genişletilmiş) kokteyl daveti olup kokteylin devamında ‘supper’ gibi ikramlar da olur. Akşam eve döndüğünüzde bir daha yemek yemezsiniz. Biz ise acıyı bal eyledik sözlerimizle.
Bu kadar at seven ressam içerisinde kendine özgü atlar yaratmak zor bir iş. Böyle kendine özgü atları olan mesela Süleyman Saim Tekcan’ı biliyorum. Hüseyin Şahbudak da belli ki uzun çalışmalar sonunda kendi tarzı atları geliştirmiş. Bakınca, ‘hah bu Şahbudak’ın atları ‘ diyorsunuz tırnak içinde )… Daha bir desene yakın. Ya da prolonje bir desen. Atların zerafetine, şiirselliğine katkıda da bulunmak suretiyle ardında büyük bir emek birikimi belli olan resimler.
Aklım takıldı söz etmeden geçemeyeceğim; Marilyn Monroe, Clark Gable ve Montgomery Clift’in oynadığı bir film vardır; adı ‘misfits’ (uygunsuzlar). Bu filmde Clark, ‘mustang’ (yılkı) denen yabani atları yakalayıp köpek maması üreticilerine satmak isteyen bir kovboydur. Bu filmde yabanda kendi kendilerine özgürce koşuşan atları hayranlıkla seyrederiz. Bunlar insanla akit yapmamış nefis yaratıklardır.
Arthur Miller’den yeni boşanmış Marilyn filmde yine yeni boşanmış bir genç kadını canlandırır; tesadüfe bakın! Yoksa ‘benzer şeyler birbirini çeker’ yasası sonucu mu? Filmin bitiminden sonra Clark ölür ve vizyona giren filmi göremez. Bir yıl sonra da Marilyn ölür. Clark’ın ölümü onu da toprağa çekmiştir sanırım. Çünkü küçüklüğünden beri garip bir şekilde Clark Gable’ın babası olduğunu sayıklayıp durmaktaymış…
2) ASO (Ankara Sanayi Odası) salonlarında Atalay kardeşlerin resim sergisi; 7-31 mart 2017
Klasik tarzda ve birebir dediğimiz tarzda çalışan üç kız kardeşler. Çok yetenekliler. Aralarındaki fark; Nilüfer, portreler; Öznur, peyzaj; Nilgün ise iç mekan ve natürmortlar konusunda uzmanlaşmışlar. O kadar fark kardeş olsalar da olacak tabii.
Kayıhan Keskinok, İbrahim Demirel ve mimar Orhan Akyürek sohbette (Nilüfer Atalay)
ASO bu sene sanırım ilk sergisini açtı. Salonu bu tip büyük sergiler için çok uygun. Ben de kişisel bir sergi açmıştım burada. Bina hemen Çağdaş Sanatlar Merkezi'nin (Rus sefirinin cinayete kurban gittiği yer) yanında. Amerikan sefaretinin karşısında.
Açılış görkemli oldu. Kalabalık, ASO ikramı… Eski dostlar… Yeni tanışlar… Zaten kardeşlerin her birinin ayrı geniş çevreleri… Bildiğim kadarıyla bir kız kardeşleri daha var ama o resim yapmıyor. Hangisi hangisinin ablası hep karıştırıyorum. Öznur Atalay vaktiyle T.C Merkez Bankasının Sanat Galerisi sorumlusuydu.
Işıklar içinde bir akşam geçirdik. Sanata doyduk. Çok emek sarf edilmiş hakikaten usta ellerden çıkmış resimler. Renkli bir rüya alemine girmek isteyenlere duyurulur.
3) Çayyolu MESA AVM’de, Atölye Martı sanatçılarının karma ebru sergisi (10-19 mart 2017) düzenlendi.
Ebru sanatına zaman zaman değinişim hem yerel ve geleneksel bir sanatımıza evrensellik kazandırmak yolunda karınca kararınca bir tutam katkım olsun diye, hem de eşim Nükhet Balkan’ın bu yolda attığı adımları yakından izleyerek mutlu olduğum için.
Atölye MARTI sanatçıları bir araya geldiler ve MESA AVM’ye renk ve neşe ve de hayat kattılar. Bu AVM ilk kurulanlardan. Dolayısıyla şimdikilerden daha küçük. Oturduğumuz siteye en yakın alış veriş merkezi, yürüme mesafesinde. Şimdiki AVM’lerde tek bir giriş olduğu için kalabalık ve ışıltı çok oluyor. Bu ise, Migros, Mc Donalds, dükkanlar, çiçekçi, banka, cafe, oto yıkama vs ayrı ayrı girişli. Eskiden bodrum katında sinema da vardı. Oraya da ayrı kapıdan giriliyordu. Ne güzeldi. Elimizin altında bir cep sineması. Bütün bunlar MESA’nın tenha görüntüsüne yol açıyor. Tabii bir de dünyaca meşhur giyim kuşam markalı butiklerin burada olmayışı.
İşte serginin olduğu kata çıkınca bir neşe, pırıltı, ışıltı, kaynaşmanın sürpriz tablosuyla karşılaştım. Hani mesela rüyalarınızda ıssız sokaklarda yürürken birden bir cümbüşün içerisinde kendinizi bulursunuz ya; Brezilya karnavalları gibi mesela… Bunda Atölye Martı’nın kurucusu, yöneticisi, eğitmeni Funda Güre Aydın’ın neşeli, esprili, samimi, duruş ve tarzı da çok etkili diyebilirim. İnsanlar bir yeri ya cehenneme ya da cennete çevirirler. Her şey insanda bitiyor.
Sergide ebrunun çeşitli tekniklerden eserlerini bol bol gördük. Bu sanata ilgi gün geçtikçe artarak gelişiyor. Bir de şu öd’ün kokusu olmasa. Neyse onu sanatçılar düşünsün diyeceğim ama evde de zaman zaman tekne açan eşimin çalışmaları sırasında o mahale yaklaşamıyorum. Olacak artık o kadar. Bir Monad değil bin Monad feda olsun…
Anı defterinin yanı sıra, ebru sanatçısı Necdet Akbaşlı’nın derlediği ebru sanatı üzerine bir kitapçık da dikkatimi çekti. Figürlü kompozisyonlar, dalgalı ebrular, derinlik derinlik kazanan lekeler… Bir de ebru kağıtlarının artıklarından nefis bir kuğu heykelciği yapmışlar.
Hakikaten müthiş bu hanımlar…
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine….
Monad Balkan
18 Mart 2017 Ankara