Açılış günü 1600 kişiyi aşkın Ankaralı sergiye akmış. Ben gidemedim. İyi ki de öyle olmuş çünkü resimleri doya doya seyredemeyecekmişim. Bu tehacümün (bir yere koşuşturarak yığılma) nedeni ne olsa gerek? Ankara'da ve Türkiye genelinde özellikle resim sergilerine teveccüh (yakınlık duyma,hoşlanma) azalırken bu tehacüm gözlerimi yaşarttı. Hele serginin ikinci gününde, ki çalışma günüydü, mesai saatleri dahil her saatte her sınıf ve yaştan vatandaşla ziyaretçi sayısının bine ulaşmış olması sanat camiası olarak moralimizi yükseltiyor.
Küratör İbrahim Karaoğlu dostumuzu yorgun argın sergi yerinin ortasında buldum. Tebrik etmedim. Çünkü tebrik sıradan bir laf olurdu. Yaptığı, başardığı olay tebrikaj üstü bir şeydi. Ona da kelime bulamadım maalesef.
Don Kişot (Quixote) romanının en büyük özelliği edebiyat tarihinin ilk roman türünde eseri olması. O zamana dek hep hikaye türü şeyler yazılıyormuş. Dolayısıyla eserin yazarı Miguel de Cervantes Saavedra (1547-1616), edebiyatta çığır açan bir yazar oluyor.
Cervantes'in kendi yaşamı da bir roman olabilir aslında. Kim niçin şimdiye dek bunu ele almamış, hayret. Cervantes kaybettiğmiz İnebahtı deniz savaşına asker olarak katılmış. Savaşta bir kolunu kaybetmiş. Cezayir'de Türk korsanları tarafından esir alınarak satılmış. Daha sonra kefareti ödenerek azad edilmiş. Dahası,İstanbul'da Mimar Sinan'ın yaptığı Kılıç Ali Paşa Camiinin inşaatında tek koluyla taş işçisi olarak çalışmış.
Don sözcüğü İspanyolca'da bir asalet unvanı olup ismin önüne konmak suretiyle beyefendi anlamına gelen 'bay' gibi bir şey demek oluyor.
Don Kişot yazıldığından bu yana milyonlarca kişi tarafından okunmuş olmalı. Psikolog C. G. Jung'un deyimiyle söylersek yeryüzü toplumunun 'kolektif hafıza' sına nakşolunmuş bir öykü. Tıpkı 'Alis Harikalar Diyarında', 'Pamuk Prenses ve Yedi Cüce', 'Ali Baba ve Kırk Haramiler', 'Kül Kedisi' (Cinderella)' , 'Fareli Köyün Kavalcısı' vs gibi. Onlardan ayrıldığı nokta bu eserin bir roman diğerlerinin masal oluşu.
Serginin sponsorluğunu Çankaya Belediyesi yapmış. Muhteşem de bir katalog hazırlamış. Sergideki hemen her resmin bir fotoğrafını katalogda görebiliyorsunuz. Ben kendi fotoğraf makinemle (pardon akıllı telefonumun kamerasıyla) bazılarının sergiden resimlerini çektim. Böylelikle de olaya katılmış hissetim kendimi. Katalogda yer alan İbrahim Karaoğlu'nun yazısından (zaten kendisiyle sohbetimden de epey bilgi edinmiştim) Don Kişot'la ilgili çeşitli sanatçıların yaptıkları resimler, kara kalem çalışmalar, gravürler, heykelcikler gibi eserlerin Almanya'daki Goslar şehrindeki Mönchehaus Museum Goslar müzesinden (Mönchenstrasse 3, 38640 Goslar; [email protected] ,Internet: www.moenchehaus.de; ) getirtilmiş olduğunu öğrendim. Bu müze ortaçağ mimarisi ve havasını aynen korumakta olan Goslar şehrinde. Ve 1992'den bu yana Unesco Dünya Kültür Mirası statüsünde bulunuyor. Bu müzenin bahçesinde bir Don Kişot Evi yapılmış. Theodor Karl Peter Schenning 18.yüzyıldan bu yana Don Kişot'la ilgili ne resim yapılmış, ne yazılmış vs özenle toplamış, biriktirmiş. Müze, her yıl adeta bir Oskar ödülüne denk dünyanın en prestijli sanat ödüllerini veriyor. Aklımızda bulunsun. Ben bizim medyada bu ödüllerden söz edildiğine rastlamadım. Belki vardır da ben göremedim. Her neyse, izlemekte yarar var.
İbrahim Karaoğlu'nun hazırladığı 'Don Kişot'un İzleri' sergisi bu Don Kişot Evinden getirtilen özgün eserlerden oluşan bir seçki.
Don Kişot'un öyküsünü bir hatırlayalım. Don Kişot, ellili yaşlarına gelmiş ve artık yaşamını şövalyelik üzerine hikâyeler, kitaplar okuyarak geçiren bir adam. Şövalyelik o kadar ruhunu ve benliğini sarıyor ki sonunda kendisini hakikaten şövalye olarak görmeye başlıyor. Bu bir şizofreni mi, akıl tutulması mı, paranoid şizofreni mi... Yoksa, yoksa ingilizcede 'wishful thinking' (hüsnü kuruntu) denilen bir durumun pek aşırı bir hali mi, yahut geçici bir hipnoz hali mi, bilinmez. Ama şu bir gerçek ki, o artık bir şövalyedir. Gerçek diye bellediğimiz fenomenler dünyasından Alis'in düştüğü delikten başka bir dünyaya, başka bir frekansa geçişi gibi bir geçiş yapmıştır Don Kişot. Belki makro dünyadan kuantların mini mini mikro dünyasına geçiş gibi. Yahut bir kara delikten geçerek bambaşka bir evrene çıkış gibi. Artık ne derseniz deyin. Ama artık her şey kahramanımız için değişmiştir.
Don Kişot'un yeni dünyasını tüm insanlar da aynen kabul etmiş olsaydı realite dediğimiz şey Don Kişot'unkinin aynisi olacaktı. O zaman saldırılan değirmenler gerçekten herkes için düşman gibi algılanacak üstelik buna karşı çıkana deli gözüyle bakılacaktı. Hatırlayalım, romanın en can alıcı noktası Don Kişot'un yeldeğirmenlerini düşman olarak algılaması ve onlara saldırmasıyla ilgili pasaj.
Don Kişot yanına aldığı Sancho Panza (ki eşek üzerinde efendisinin atlı dünyasının peşinden gidiyor) efendisini uyarmasına karşın Kişot değirmenlere saldırıyor. Zaten efendi ile uşağı arasındaki diyaloglar bir bakıma bizim Hacivat ile Karagöz'ünkilere de benziyor. Birinin kaz dediğine öbürü koz diyor. Başka dünyaların adamları. Hacivat günlük realiteden uzak, bir de üstelik entel takılıyor. Karagöz ise tam bu dünyanın ayakları yere basan adamı ama alt kültürden. Hacivat da ayni alt kültürden ne var ki kendisini bir üst sınıftan saymak gibi bir illüzyon içerisinde. Havalarda ne zaman uçmaya kalksa Karagöz'ün tokadını ensesine yiyor.
Zen Budizminde de benzer öğeler bulunuyor. Örneğin bir gün Buda ile müritleri gezintidelerken önlerine çıkan koca bir nehir karşısında içlerinden biri öğünerek, 'ben meditasyonla karşı kıyıya uçarak ulaşabilirim' der. Buda dudak bükerek, 'ne lüzumu var bak şurada bir kayık duruyor' der. Don Kişot böylece roman boyunca girişimde bulunduğu her akla aykırı hareketi sonunda ya birilerinden dayak yiyor yahut başına bir şey geliyor. Ya da Buda'nın yaptığı gibi azarlanıyor.
Aslında aklımız da böyledir. Beynimizin bir yanı hayal dünyasının yahut realite ötesinin dünyasını yaşıyor desek öbür yanı da ayağımızın yere bastığı dünyaya sıkı sıkıya bağlıdır deriz. Beynin bir yanı; zaman, mekan ve determinizm ile maluldur (sakattır). Asıl hayal olan, illüzyon olan ise zaman, mekan ve determinizmin birleşimidir ki biri (!) bize bunu esas hakikatmiş gibi algılatır. O dünyanın acılarına, endişelerine, geçici mutluluklarına duçar (uğrarız) oluruz. Bir Budist öğrencisi üstadına, 'ben kendim olarak neyim?' diye entelce bir soru sorduğunda hocası, 'sen yemeğini yedin bitirdin mi?' demiş. Öğrenci 'evet' deyince, 'hadi o zaman koş tabağını yıka bakalım!'...
Sonuçta 'farkındalık' denen duruma geliyoruz. Reel olmadığını kabul ettiğimiz dünya ile reel olduğunu kabul ettiğimiz dünyaların farkında olmamız gerekiyor. Her ikisini de yaşayacağız ve fakat hangisini yaşıyor isek o yaşadığımız dünyanın niteliğinin farkında olacağız. Ve bu iki dünyanın arasında bir tercih yaparak sadece birinde karar kılmayacağız. Yoksa Karagöz'ün o yaman tokadı ense kökümüzde patlarken uyanıveririz.
Karagöz'ün tokadına pekala 'kozmik şakacı' da diyebiliriz. Bir aşırı duruma girip kendimizi orada kaybettiğimizde bu şakacı hemen araya girer ve bize çoğu zaman hoşumuza gitmeyecek ama dıştan bakıldığında mizahi gözüken bir ders verir. Kozmik Şakacı aykırılıkları, fazlalıkları törpüleyen, düzleyen, tıpkı bir matematik denklemi kurmak üzere çalışan, herşeyi nötrleştiren bir mekanizma gibidir
Don Kişot ile Panza ve Karagöz ile Hacivat'ın dünyaları birbirlerinden ne kadar da ayrı olsalar birbirlerinden kopamazlar. Çünkü Kozmik Şakacı bu iki ayrı dünyayı dengelemek için bu iki ayrı ucu bir arada tutar. Ta ki denklem kurulup ikisi de nötrleşene, farkındalığa ulaşana kadar.
Don Kişot hakkında bu söyleyegeldiklerim benim yorumlarım tabii ki. Dünyada gelmiş geçmiş kaç milyon kişi (belki de milyar) okuduysa bu romanı, o sayı kadar değişik yorum vardır mutlaka. Büyük eserlerin gücü de buradan gelir. Okuyucu yahut izleyici ne kadar zaman geçmiş olursa olsun bu ölmeyen eserleri yorumlarını katarak zenginleştirir büyütürler. Tıpkı müzikte 'besame mucho' parçası gibi.
Bu arada şövalyeliğe de biraz parmak basmakta yarar var. Şövalyelik Avrupa'da, tarımda çift sürmenin yeni teknolojiyle gelişmesiyle birlikte artıdeğere ulaşan köylüden daha fazla vergi almaya başlayan senyörlerin kurdukları militan birliklere verilen ad. Bunların zırhları, atları, iki yanı keskin kılıçları vardır; döğüş ustasıdırlar. Zamanla şövalyelik evrilerek cihanşümul (dünya çapında) bir duruma gelmiştir. Tapınak Şövalyeleri, Malta ve Rodos Şövalyeleri, Japonya'da Samurailer... Zamanla şövalyeliğin bir sağlam karakterli olma niteliğini de sembolize etmeye koyulduğunu görüyoruz. Şövalyelik; yiğitlik, cesaret, erdem, dürüstlük, samimiyet, sadakat, zulme karşı durmak, gözünü budaktan sakınmamak, hiç bir zaman kalleşliğe başvurmayan, pusu kurmayan, döğüşü teke tek yapan... gibi üstün niteliklere sahip kişilere verilen unvan olarak karşımıza çıkıyor.
İstanbul'un namlı kabadayıları örneğin. Bir seferinde bir kahvehanede elli kişi kadar bir güruh bir kabadayıya saldırmış; kabadayı kırdığı bir iskemlenin bacağıyla hepsini çil yavrusu gibi dağıtmış . Ama gel gör ki o günden sonra arkadaşları kendisiyle selamı sabahı kesmişler. Kabadayımız küskün arkadaşlarına israrla ne kusuru olduğunu sorunca, 'sen bizim namımıza leke sürdün', demişler; 'senin tokadın yetmez miydi ki onlara!'... (aklıma kendisine hep birlikte saldıran sopalı esnafı yumruğuyla dağıtan şu İrlandalı boksör geldi birden...).
İşte şövalyelik budur. Ünlü Osmanlı tokadını zalimlere karşı kullanmaktır. Haksızlıklara karşı durmaktır. Delikanlılıktır.
Güreş sporunda da ben grekoromen tarzı güreşçileri şövalye gibi görürüm. Hile, hurda, ayak oyunları yoktur. Keza mahalle arası 'büyük ağabeyler' birer fahri şövalyedirler. Zamanımıza uygun vereceğim son örnek de Çarşı'dır. BJK'yi tutan tutmayan herkesin 'şövalye grubu'...
Kimi insan Don Kişot gibi kendisini hayal alemine kaptırıp şövalye zannedebilir ve yedi düveli tıpkı yeldeğirmenleri gibi hayali düşmanlar olarak görür ama sonunda tokadı yer; gerçek şövalyeler ise gerçek yedi düveli bir tokatla yere serer.
Böyle bir sergiye sponsorluk yaptığı için Çankaya Belediyesine Ankaralılar olarak teşekkürü bir borç biliriz. Çağdaş Sanatlar Merkezi (ÇSM) binasının tüm katlarını bu sergiye açtı. Bastırdığı özel katalog göz kamaştırıyor. Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen'in katalogdaki yazısı filozofik öğeler yönünden zengin. Böyle filozof bir Başkana da böyle etkinlikleri desteklemek yaraşır zaten. Yazısında, Descartes felsefede neyse Cervantes de edebiyatta odur, diyor. Mealen özetliyorum, devamla; bizi bugünlere getiren bu iki dehâdır... Benim de yukarıda değindiğim gibi, Taşdelen de Don Kişot'un her türlü yoruma açık olduğundan bahisle, eserin bu anlamda bir 'açık yapıt' olduğunu söylüyor. İlginç bir buluş bu 'açık yapıt' benzetmesi. Akla övgü, idealizme övgü, benlik arayışı gibi yorumlarda da bulunuyor. Kişot'un, gördüklerini zorlayan yılmaz bir yorumlayıcı olduğunu yorumluyor ve ilave ediyor, O savaşarak dinlenen bir doğruluk araştırıcısıydı... Bu doğruluk araştırıcısı lafına da bayıldım.
Sergi duvarlarında katalogdaki bu yazıları da görüyoruz. Nazım Hikmet de Cervantes'in kahramanından söz etmeden geçememiş. Bir şiirini duvarlardan okuyoruz; şöyle sesleniyor: '...fethine çıktı; güzelin, doğrunun ve haklının; önünde mağrur, aptal devleriyle dünya...'
Resimler tabii seçme. Picasso, Dali ve daha birçok dahi sanatçının eserleri var. Hele desenler. Desen tutkunları için doyurucu bir sofra. İnce zekanın arkasına gizlenmiş mizahi çağrışımlar... Zaten Don Kişot trajikomik bir olay. Hem üzücü hem tebessüme gebe. Bir sanatçının bu iki unsuru bir arada verebilmesi çok önemli. Dali'nin siyah beyaz desenleri arasında leke ve kitle bağlantıları kuran çok etkileyici eserlerini de görüyoruz. Çok çok hoş.
Bu sergi tabii uluslararası bir olay, etkinlik. Yazar Cervantes'in ölümünün 400. yılı anısına dünya çapında yapılan kutlamaların ülkemizdeki yansısı. İbrahim Karaoğlu yerli sanatçılarımızdan da katkı sağlamış. Konuyla ilgili eserlerini sunan elli kadar sanatçımız bulunuyor. Türk sanatçıların eserleri arasında ilginç bir tanesi de (Mustafa Horasan'ın yapıtı) şöyle: Bir beyaz slip don; üzerinde bir yeldeğirmeni resmi, değirmenin hemen altında şu yazı: 'don/kilot'...ÇSM önüne yerleştirilen Aykut Öz’ün “Don Kişot” heykeli de burada kalıcı olacakmış.
İbrahim Karaoğlu ve eşküratör Bettina Ruhrberg. Koordinatörler: Meryem Schultz, Jörg Kastner, Mustafa Güneş. Metinler: Alper Taşdelen (Belediye Reisi), İbrahim Karaoğlu, Ahmet Telli, Nazım Hikmet. Çevirmen: İren Eylül Karaoğlu. Grafik Düzenleme: Mustafa Güneş.
Sergi Ankara'dan sonra İstanbul (mayıs ayı), İzmir ve Antalya'yı dolaşacak. Belki bu kentlere Eskişehir ve Bodrum da katılır; umarız.
İstanbul'daki etkinlik Tophanei Amire Kültür ve Sanat Merkezinde düzenlenecek. Hoş bir rastlantı yahut ne diyelim Kozmik Şakacıdan bir şaka; Tophanei Amire sonradan Cervantes'in de inşasında işçilik yaptığı Kılıç Ali Paşa camiinin yerinde inşa edilmiş, ki oralar o zamanlar kırlık alanlardı; işçiler mola verip istirahat eyliyorlardı kesin; İşte Cervantes'in dinlendiği yerlerde ölümünün 400. yılında Cervantes adeta kendisi de orada hazır bulunacak; törenini izleyecek, belki de katılacak!
İbrahim Karaoğlu bu sergiyi iki şövalye olarak adlandırdığı gazeteciler Can Dündar ile Erdem Gül'e adıyor.
DON KİŞOT'UN İZLERİ
sergisi
(1 şubat - 6mart 2016)
Çağdaş Sanatlar Merkezi; Kavaklıdere Ankara
monad balkan, 10 şubat 2016, ankara