Kafam karışık. Kuantum, Newton'u alt üst etti. Ama yine de uzaya Newton baz alınarak yapılan hesaplamalarla gidiliyor. Sumer tabletlerine göre insanı Nibiru gezegeninden gelen Nefilimler yarattı. O zaman Darwin çöktü mü? Nibiru'nun komutanı Anu daha sonraki efsanelere geçen Zeus, Jüpiter... mi? Anu'nun oğulları Enki ve Enlil... İnsanlara ateşi (bilgiyi) öğreten Promete, Enki' nin bir versiyonu mu? Herakles, Gılgamış mı?
Hep merak edilir; şefkatli ve sevgi kaynağı Tanrı ayni zamanda nasıl olur da cezalandırıcı ve kahhar (kahredici) olabilir? Enlil insanlara düşmandı ve kahrediciydi; Enki ise insanlardan yana; şefkatli ve koruyucu. Bu iki zıt kişilik daha sonra tek bir Tanrının kişiliğinde mi birleşti?
Yeni dünya düzeni, İlluminati, BOP (büyük ortadoğu projesi), yağma ve talan edilen ortadoğu belleği; terör, terör, terör... İnsanlık ileri mi geri mi gidiyor? Eski devirler neyse şimdi de o; değişen ne?
İnsanlık Enlil'in düşündüğü gibi baş belası mı? Sürüngenler soyu insan kılığında aramızda mı yaşıyor?
Göbeklitepe tüm tarih bilgilerimizi alt üst ediyor. İcat çıkarılıyor. İnsan beyni kendi yarattığı kategoriler dışında icadı pek sevmez; yaşam biçimini, alıştığı düşünme biçimini icatlarla değiştirmeyi sevmez. Beyin tembeldir; her lafı kaldırmaz.
Michelangelo'nun 'Adem'in Yaratılışı' tablosundaki Tanrı, Enki mi?
Gauguin'in, 'nereden geliyoruz, neyiz, nereye gidiyoruz' adlı tablosu insanlığın temel sorusu olmalı. Ama insanlık, düşünmeden yaşayan, kurgusu yapılmış robotlar...
Bu evren bir hayal mi? Tek boyutlu bir kaynaktan (flatland) yansıma yoluyla üç boyutlu holografik bir maddeler dünyası ortaya çıktığı tezi var; olabilir mi? Yani hepimiz üç boyutlu bir gölgeler aleminde birer gölge miyiz?
Kafam karışık derken, elime Orhan Pamuk'un son kitabı geçti; 'Kafamda Bir Tuhaflık'; kendime bir arkadaş mı buldum acaba, dedim... Kitap kalın... İnat ettim bir kere; oku oku bitirdim şükür.
Romanın kahramanı Anadolu'nun bir köyünden büluğ çağında babasıyla İstanbul'a göç eden bir çocuk. Köyünden yanlış kızı kaçırıyor. Kafa orada karışmaya başlıyor herhalde. Kahramanımız sokaklarda yoğurt ve boza satarak geçimini sağlıyor yaşamı boyunca. Bu arada başka işlere de bulaşıyor ama gezgin sokak satıcılığını hiç bırakmıyor.
İstanbul'un bütün serüvenini izliyoruz romanda. Gecekonduların dikilişini, arsaların istilası, gecekondu mafyası, elektrik kaçağı, dini bir liderle ilişki, kenti terk etme durumunda kalan azınlıklar, yeni yapılanmalar, kahramanımızın aile ve akraba ile hısımlarının İstanbul'un değişimiyle birlikte geçirdiği evreler, kendilerine göre zenginleşmeleri... vs. Dikilen rezidanslar, tower'lar... Ve bugün gelinen nokta.
Pamuk, bu romanında değişik bir teknik kullanıyor. Zaman zaman kahramanlar kendi ağızlarından konuşuyorlar. Ama öyle düzgün bir İstanbul Türkçesi, dilbilgisi ve geniş kelime haznesi ve uzun cümleler kuruyorlar ki inandırıcılık gözümde yok oluyor. Sanki Pamuk her kahramanın ağzından kendisi konuşuyor. Gözümün önüne kişiler değil hep O geliyor.
Roman boyunca kahramanımız Mevlut'un kafasının neden bir tuhaf olduğu açıkça ortaya çıkmıyor bir türlü; ancak romanın isminin etkisi altında yorumlar yapabiliriz. Benim yorumum; iyi insan olmaya çalışan Mevlut, içerisinde yaşadığı katakulli ortamını benimseyemiyor; ters düşüyor. Belki kendisi de tersliğinin farkında değil. Aslında burada kafasının karışması gerek ama düşünmediği için bir karışıklık algılayamıyoruz.
Vaktiyle adını,yönetmenini, artistlerini şu an anımsayamadığım bir yerli film görmüştüm.Filmde, sanırım 1940'lı yıllarda büyücek bir şirkette çalışan, ağır aksak,orta yaşlarda, ensesi kalın, 'ağır ol da molla desinler' tipinde, saygın, mütedeyyin (dindar; dinci değil), kendi halinde, namuslu ve dürüst küçük bir memur vardı. Adı Ataullah. Ataullah Efendi bu namussuzlar dünyasında ezilir ezilir, perişan olur. Sonunda, 'ben aslında sadece iyi bir insan olmak istemiştim' diyebilecek gücü ancak kendinde bulur. İyi insan olma hayali kalmamıştır; çünkü kendisi perişan olmuş, erimiş, bitmiştir.
Mevlut ise bitmez. Gücünü geceleri boza satarak arşınladığı İstanbul sokaklarında kendi kendisiyle kaldığı zamanlardan alır. Bu bir nevi meditasyondur. Kendi özüyle baş başa kalır. Özü ona keyif vermektedir.
Mevlut karakteri biraz da Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' adlı romanındaki karakterlere de benziyor. Oradaki baş karakter Selim de çevresiyle pek bağdaşamayan, sorgulayan biriydi. Şu cümlecik kitabın özü bence: ''Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.”
Şimdi bu tutunamamak nasıl bir olgu? Egzistansiyalistlerin dediği gibi, 'anlamsız ve absürd bir dünya karşısında uyumsuz kalarak kendini bir türlü toparlayamamak mı? Kafa karışıklığı mı? Olabilir. Bu durumda kalıp intihar edenler de olur. Çünkü bunlar anlamsız dünya içerisinde zorunlu olarak kendilerini de anlamsız bulurlar.
Egzistansiyalistlerin çıkış noktası ise bu anlamsızlığa anlam katabilme sanatı. İnsan işte o zaman kendisi olabiliyor, deniyor; otantik,. Tam da burada seçim konusu devreye giriyor. Anlam katabilmek için neleri seçeceksin? Aslında anlam katmak sübjektif bir çaba. Kendi anlamın kendine; bana ne yani!
Sonuçta tüm bunlar ego patlamasıdır. Kendi kendini avundurmaktır. Ve kendini başkalarından farklı belki de üstün görme egosu olup ortaya çıkmaktadır.
Mevlut sonunda kendi anlamını karısıyla vaktiyle yaşamış olduğu aşkta bulur.
İntihar da son analizde egodan başka bir şey değildir. Bir duruştur. Kendini kötülüklerden anlamsızlıklardan nafile bir koruma çabasıdır. Tabii akıl ve ruh hastalığı ve ani ruhi bunalımlar nedeniyle intiharları bu analizin dışında tutuyorum.
Egsiztansiyalistler 'varoluş özden önce gelir' diyorlar. Yani önce sen isminle cisminle var oluyorsun ondan sonra özünü yani diğer bir deyişle kendi anlamını yaratıyorsun.
'ÖZ' kavramı bence başka bir şey olmalıdır. O da egzistansiyalistlerin aksine kendi kendine bir yapay öz inşa etmek değil kısaca egodan arınmaktır. Egodan kurtulunca 'öz' e kavuşulur ve tüm anlam ve anlamsızlıkların dışında kalınır. Nötr bir durum.
En kaba tanımıyla aslında ego hayat demektir. Egosuz hayat olmaz. Yemek, içmek, barınmak, yaşamı sürdürmek ve üremek.... Kısaca egodur. Egonun bu temel ilk hali kaçınılmazdır; bizim robotik bünyemize kazınmıştır. Bu temel gereksinmelerinin dışına çıkmak ölümdür; dolayısyla intihardır.
Bu ilkel ego tanımı dışındaki ego tanımımız ise 'nefs' olmaktadır. Nefsten arındıkça esas öze yaklaşılır. Bu 'öz' evrensel 'öz'dür. Evrensel öz ile kişisel öz aynı materyaldir; ikisi bir bütündür. Biri diğerinin içerisinde erir. O 'öz' hiçlik denizidir. Ebedi dinginlik... Ol-mamak! Matriksin dışına çıkmaktır.
İntihar ise bir nevi ol-mak'tır.
Egzistansiyalistlere göre yukarıda kabaca ilksel ego diye tanımladığım ego, kendisine bahşedilen intihar etme seçeneğinden korkmakta, kendini anlamlandırmaya kalkmakta yani bir yerde egzistansiyalist olmaktadır. Egosuz kalma korkusu da açıkça egodur.
Bu felsefi gevezelik bu kadar; şimdilik nokta.
Gelelim Oğuz Atay ile Pamuk'un mukayesesine. Böyle bir gereksinme duyuyorum. Atay, içten ve sahici. İkna oluyoruz. Çünkü romanları otobiyografi gibi. Kendini anlatıyor. Otantik. Pamuk ise kendince ilginç olaylar araştırıp buluyor, kurguluyor ve sırf roman yazmak için yazıyor ve bu arada da bazı felsefi girişimlerde bulunuyor.
Belli bir konuda bilgi toplayarak bunları kurgulamak ve romana dökmek otantikliği öldürüyor. Pamuk bence böyle, keza Elif Şafak ve hatta hatta Paolo Coelho. Ama karşılarında abide gibi Gabriel Garcia Marquez gibi biri de var. Son analizde demem odur ki yazdığın şeye kendin de inanacaksın ki okuyucu da inansın.
Resim yapmak için resim yapanlar ile matriksten çıkmak için resim yapanlar arasındaki fark gibi...
Orhan Pamuk bu romanına epey emek vermiş. Belli. Herhalde geçmiş bir kırk yılın sanırım gazete arşivlerini taramış; İstanbul'un geçirdiği değişimleri, mafya oluşumlarını, köyden kente akımı; bunun sosyal ve ekonomik sonuçlarını analiz etmiş, bir kuyumcu gibi çalışmış. İyi bir emekçi. Emeği takdir ediyoruz.
Ne var ki Pamuk gariban Mevlut'u ortada bırakıyor. Mevlut'u sadece geçmiş aşkıyla avunur bir halde terk edip gidiyor.
Sonuç: İnsan robot olma niteliğini aşma zorunda bulunan yaratıktır.
(Ben bu yazıyı yazdım fakat; yeniden okudum, okudum bir şey anlamadım. Kafam bir tuhaf!...)
monad balkan,25 haziran 2015 ankara