Gece sabaha karşı saat üç müydü neydi sürekli açık tuttuğum yanıbaşımdaki radyomdan birbiri ardı sıra çalan çeşitli müzikleri arka planda dinlerken ’Aaaa Allah Allah’ Chopin’in cenaze marşı birden araya girmez mi? Yahu bu saatte… Allah Allah!....
Derken bir saat kadar sonra facebook’da surf yaparken Kayıhan Keskinok hocanın vefat haberine rastladım. Marşı o sırada radyoda çalanların da neden çaldıklarını bilmedikleri bir kel alaka durumun aslında bir anlamı olduğu ortaya çıkmıştı benim için.
Ben geceleri yatmam; sabaha karşı ancak… Benim gibi gece adamları olması gerektiğini düşündüğüm için facebook’da bir ‘gece uyumayanlar grubu’ kurmuştum. Gerçekten çok kişi varmış. ‘Gece adamları doğruyu söyler’ diyor ‘kafamda bir tuhaflık’ adındaki son romanında Orhan Pamuk. Çünkü aklın ötesinde yalan riya bilmeyen özleriyle baş başa kalır geceyarısı insanları.
Geceler, uyumayanlar için bir ritüeldir. Huzur içerisinde kendi içlerini, özlerini dinler, vuslata, kendi kendilerine kavuşurlar.
Her kış olduğu gibi bu kış da yakınlarımızdan epey kayıplar oldu. Acaba hiç kışı olmayan bir memlekete mi gitmeli?
Keskinok için ‘iyi yaşadı’ tesellisi var çevrede. Evet iyi yaşadı. İyi yaşadı çünkü zihni iyi yaşıyordu. Hayat bir yorum biçimidir; nasıl yorumlarsan…
Altmış yaşıma girdiğimde ‘artık yaşlandım mı acaba?’ demiştim. Hemen atılmıştı, ‘Bak Monad, şimdi artık kimileri iyi kötü sana yaşınla ilgili bir şey söyleyebilir. Hiç aldırma. Kafanda ne var ise öyle yaşarsın. Yaşın yaşı yoktur!’. O zamanlar Hoca, sekseninden bir eksik fıkır fıkır yerinde duramayan bir delikanlıydı.
Her durumdan olumlu bir şey mutlaka çıkartırdı. Evine hırsız girmiş. Çaldığı eşyalar arasında Hoca’nın içgiysilerinden de varmış. Bize bunu gülerek anlatırken ‘aslında iyi oldu’ demişti, ‘hep üstekilerden alıp kullanıyordum, şimdi alttakiler üst oldu; onları da artık kullanabileceğim’.
İnsanlar vardır, özlenirler. Varlıkları mutluluk, memnunluk verir. Neden? Çünkü ‘hakiki’dirler. Yalanı, riyası, maskesi, içinden gizlice geçirdiği hainlikleri, hinlikleri, cinlikleri yoktur. Kompleksleri yoktur. Onu gördüğüm zaman içimi bir ferahlık kapladı her zaman.
Her zaman korkmuşumdur; eserlerini çok beğendiğim sanatçıları yakından tanımaktan. Kibir, afur tafur, rahatsız ifadeli suratlar… Bunlar kendilerinin eserlerinden önde gitmesini isterler. Narsisist, megaloman kişilik bozukluğu. ‘Yahu bu eserler bu adamdan nasıl çıkıyor’ diye şaşırırsınız. Şaşırmakla da kalmayıp artık o eserleri görmek, romanı, şiiri okumak, müziği dinlemek istemezsiniz. O eserler müthiş batası bir egonun aynası haline gelir, çıkar.
Keskinok için ise kendisinden çok eserleri ve bu eserlerle vermek istediği mesajlar önemliydi. O sanki bu mesajları vermek için kendisini bir vasıta kılmıştı.
Adeta akademik bir eğitim verdiği Sanat Yapım Galerisindeki atölyesiyle özdeşleşmişti. Galeriyle özdeşleşip birlikte kurumsallaşmışlardı. Dersi olduğunu bildiğim günler onu nasılsa göreceğimi bilerek Galeriye giderdim. Dersleri sırasında tuvali ve sehpası başında bir elinde fırçası bir elinde şarap kadehi bir taraftan resim de yapardı. Beni sevgiyle karşılar, yanına oturtur tatlı sohbetlere dalardık. O sohbetlerde arada Fransızca da konuşurduk. Favorisiydi. Bazen de bir konu yahut kelime ortaya çıktığında hemen kısa bir şiir karalar okurdum. Güzel günlerdi. O şiirler Ayla Demirel’in çekmecesinde hala duruyordur, eminim.
Sanırım hiç yaşlanmayışının bir nedeni de, özgün ve sağlam karakterinin yanı sıra içerisindeki çocuğu hiç azarlayıp kovmaması, onu sevecenlikle kucaklaması ve onu yaşaması olmalı.
Hakiki sanatçılar ile ‘mış’ gibi yapan sanatçılar arasında nüans vardır. ‘Mış’ gibi yapanlar, örneğin kendilerine uzak da olsa bir konu üzerinde çalışıp sanki kendileri de o konu gibiymişlercesine eser çıkarırlar. Dolayısıyla hakiki ve yapmacık olmak üzere iki tip eserle karşılaşıyoruz. Yapmacık olanlar bizi kandırmaya yöneliktir. Olmayanı, ’mış’ gibi göstermektir.
Hoca hep üretti, hep üretti mesajlarını insanlara iletmek için. ‘Hatta, hastanede bile resim yaptığını, bilmem doğru mu, söylediler. İnanırım.
Doksaniki yaşındaki delikanlı ayrıldı gitti hepimizden. Ölümün bir tek anlamı vardır; hakikattir; sonsuz ayrılıktır.
Karadeniz düğünleri, mitolojiden hikayeler, yiğit işçiler, emekçiler, balık eti kıvamında kırmızı içgiysili dilberler, kuvayı milliciler ve Nazım Hikmet, resimlerinin başlıca konularıydı. Çoook sağlam desenlerini bir sihirbaz gibi kullandı; kaslı işçiler, demir dövenler… Sürpriz ve muzip ışıklar… Fantastik gerçekçilik diyebileceğimiz bir dünyanın kahramanları onun süjeleri oldu. Resimlerinden daha fazla söz edecek değilim. Çünkü herkesin malumu. Malumu ilan etmeyelim. Eserleri kendini çoktan fersah fersah ispat etmiş
İşçi Partisi üyesiydi ve hep öyle kaldı. Sol görüşlü bir Atatürkçü idi. Kemalizmi solculuk olarak gören birtakım aydınların aksine, Atatürkçülüğü sol ile ustalıkla bağdaştıran özgün bir görüş geliştirmişti. Ben buna başka kimsede rastlamadım. Öyleyse bu doktrini ona mal edebiliriz sanırım.
Romancı Kemal Tahir de Osmanlıcılığı sol ile kafasında bağdaştırmıştı.
Zindanlara atılan Nazım’ı Atatürk ile, bu iki güzelliği sentezlemek de Keskinok’un hüneriydi. Kurtuluş Savaşı Destanını yazan ve Atatürk için,
‘’Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı’’
mısralarını kalbinden kağıda döken Nazım’ı başka türlü de düşünemezdi.
Tanrı dünyayı altı günde yaratmış; yedinci gün ise dinlenmiş. Bu sembolik benzetmenin arkasındaki anlam, insanın hem maddi hem içsel olmak üzere iki, ama bir paranın iki yüzü gibi aslında tek bir varlığa sahip olmasına karşın içsel yönünün ayırdında olmadığı, insanın kendisini sadece fiziki varlığıyla özdeşleştirdiği, dolayısıyla eksik bir varlık olduğudur. Bütünleşmek için insanın sadece tek bir yedinci gün bile olsa ibadet etmesi diğer bir deyişle kendi özünü yani unuttuğu diğer varlığını arayıp bulması gerekiyor.
Yedinci gününü bulan kişi artık reeldir, hakikidir. Sadece fiziki bir varlık olmaktan çıkmış varoluşa geçmiştir. Fiziki bedenler formu olan, dolayısıyla limitleri olan esir, özgürlüksüz varlıklardır. Kendi kurdukları hapishanelerinin içerisinde volta atıp dururlar. Gerçek varoluş, kişinin limitsiz olan esas özüne kavuşmasıdır.
Ben işte Hocayı hep yedinci günde gördüm; öylesine gerçek ve özgürdü. Albayrağa sarılmış tabutunu (devlet sanatçısıydı) sırtladığımızda hissettim; aziz naaşı içeride kıpır kıpırdı.
Yazımın başlığı ‘requiem’ (ağıt, mersiye). Ancak çok sevilen bir insanı anlatan ‘naat’ (övme) gibi de oldu yahut anılardan ufak bir demet. Ne var ki bu naatın içerisinde kopup giden bir beyaz atlının nal sesleri var. Uzaklaştı, uzak … Uza… uz…u... Kayboldu.
"atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
atları rüzgâr kanat...
atları rüzgâr...
atları...
at...
rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!" (Nazım Hikmet)
Tuhaf bir rüzgar çıktı; sessiz ve derin… Yüzümüzü şöyle bir okşadı geçti… Göğe baktık; mavi. Güneşin sofrasına hareket ettik.
‘Mış’ gibiyi Keskinok ilk kez yaptı; o da yaşamında değil…
monad balkan, 25 nisan 2015, Ankara
NOT: Yazımın Requiem başlığının hemen yanında parantez içerisinde 2 rakamı var. Ben kayıp giden yıldızların arkasından requiem yazmaya başladığımı bu yazımla anladım. Bestecilerin eserlerine verdikleri opus numaraları gibi ben de ağıtlarıma numara koymaya karar verdim. Birincisi geçen yıl uzaklaşan bir arkadaşım içindi. Kendiminkini bakarsınız ‘öte’ den yollarım. Ne numara koyarım bilmiyorum daha.